3 Mart 2010 Çarşamba

Cehaletin kıstası, cehaletin kıskacı

Eskiden televizyonlarda görürdüm; şimdi de Youtube'da ve facebook'ta görüyorum... Falanca manken, şarkıcı, futbolcu; 29 Ekim Cumhuriyet Bayramını karıştırdı, TBMM'nin açılış tarihini bilemedi, Zafer Bayramını bilemedi vs. vs.

İnsanların bunları bilmemesi en büyük cehalet örneği olarak sunulur, "Cumhuriyet kaç yılında kuruldu?" sorusunu bilemeyen manken kızımız gerizekalı yerine konulur. Anlaşılan o ki bazılarına göre tarih bilgisi en önemli bilgidir; cehaletin, zekanın kıstası tarih bilgisidir.

---

Benim yetiştiğim çevrede ise; örneğin imanın şartlarını, İslam'ın şartlarını bilmemek, namaz surelerini ezbere bilmemek vs. en büyük cehalet kabul edilir. En önemli bilgiler bunlardır... Abdest alırken, namaz kılarken usule, erkâna uymayan en küçük davranışınızda uyarılırsınız. Bu kesime göre de en önemli bilgi dini bilgilerdir.

---

Şimdi size bir soru sorayım; diyelim bir bebeğiniz var, ya da küçük bir çocuk... Yemek yerken lokması boğazına tıkandı ya da küçük bir oyuncağı ağzına almış, o da boğazına kaçıp tıkamış. Bu durumda ne yaparsınız?

Bu forum üstün zekalı, engin tecrübeli insanlar ile dolu olduğu için kesin hepiniz biliyorsunuzdur, ama ben şahsen sorduğum kişiler arasında doğru yanıt verenine çok nadir rastladım.

Bu soruya verilen yanıtlar genelde şöyledir;
- Sırtına vururum
- Su içiririm
- Ters çevirir, sallarım
- Boğazına parmağımı sokup tıkayan objeyi çıkarırım.

Bu yöntemlerin hepsi bebeği ölüme bir adım daha yaklaştıracak yöntemler. Doğrusu "Heimlich manevrası" uygulamak.

Türkiye'de "Heimlich manevrası" bilinmez... Hayat kurtaran, basit ama çok etkin bir bilgi... Ama bilinmez.

---

20-30 yaşlarındaysanız gidip anne-babanıza bir sorun; yakın akrabaları, hatta kardeşleri arasında ishalden ölen var mı?

Bizim neslimizde azaldı ama bir önceki nesilde ishal çok yaygın bir ölüm nedeniydi. Sorun da şu; ishal olan bebeğe 'zaten çok sulu dışkılıyor, demek ki vücudunda çok su var' diye su vermemek... Evet... Yanlış duymadınız... İshal olup aşırı su kaybeden bebeğe su vermiyorlar, bebek de ölüyor ne yazık ki... Ne büyük cahillik değil mi?

Bu konuda yapılan bilgilendirme çalışmaları sonuç verdi ve insanlar artık ishal olan bebeğe su ve elektrolit desteği veriyorlar. Yani bilgi hayat kurtarmış...

Şimdi düşünün; muhtemelen siz de çocukluğunuzda ishal oldunuz. Şimdi yaşıyorsunuz; demek ki ailenize bu bilgi ulaşmış.

Çerçeveyi biraz daha genişletecek olursak "mikropların ve hastalık etmenlerinin farkındalık ve önlem alma bilinci", aşılar, antibiyotikler vs.; tüm bunlar şu an hayatta olmamızı sağlayan bilgilenmenin ürünleri...

Daha önce çok defa yazdım; tekrarlıyayım; bundan 100 yıl kadar önce ortalama ömür beklentisi 35 yıl kadardı. Bebek ölümleri oranı çok yüksekti. Eğer son yüzyıldaki bilimsel gelişmeler olmasaydı dünya nüfusu 2 milyar kadar olurdu... Şimdi 7 milyara yaklaşıyor... Yani son yüzyılda 5 milyar hayat bilgilenme ile kurtarılmış ve sürdürülmüş.

----

Kendinize sorun; bilinçli besleniyor musunuz? Günda kaç gram yağ alıyorsunuz? Bunun kaç gramı doymamış yağlar? Kaç gram protein alıyorsunuz?

Bu konuda en ufak bir araştırma yaptınız mı? Bilginiz var mı? Yoksa anadan-atadan gördüğünüz gibi beslenip gidiyor musunuz?

Sizce beslenme sadece "içgüdülere" bırakılacak kadar önemsiz bir konu mu? Bir düşünün, karnınız acıkınca içinde ne olduğu konusunda pek de fikriniz olmadığı gıdaları midenize dolduruyorsunuz... Gerçi bazı gıdaların ambalajlarında besin değerleri yazıyor ama çoğumuzun bu besin değerlerinin en anlama geldiği konusunda bir fikri yok...

Oysaki bedenimiz belli gereksinimleri olan bir makine... Doğru maddeleri, doğru miktarlarda verirsek optimum sonuçları alırır. Gereğinden fazla ya da az verilen her madde zarara yol açar; yaşam kalitesini düşürür... Zayıf bir zeka, zayıf bağışıklık sistemi, kırılgan kemikler, esnekliğini yitirmiş çatlamak üzere olan damarlar, aşırı yağ depolanması, gereğinden az yağ depolanması vs. vs. Yanlış beslenmenin çok vahim sonuçları var.

Doğru beslenme konusunda bilinçli bir çabanız var mı?

---

Bir düşünün; vücudunuz hayatınızdaki en önemli nesne... Vücudunuz sizsiniz, siz vücudunuzsunuz... Peki nasıl çalışır biliyor musunuz? İnsan vücudunun çalışma prensipleri hakkında ortaokul biyoloji dersi ötesinde bir araştırmanız oldu mu? Hiç merak ettiniz mi?

Her saniye atmosferden minik bir parçayı içimize çekiyoruz, bu atmosferin içinde oksijen, azot vs. varmış... Peki bunlar ne? Nasıl şeyler? Hiç merak edip araştırdınız mı?

Oksijen hem aldığımız nefesin içinde hem de iki hidrojen ile birleşip suyun içinde... Peki bu oksijen neden iki hidrojen ile birleşiyor? 5 hidrojenle, 15 hidrojenle birleşen oksijen yok mu?

---

Televizyondaki manken kızımıza ve camideki imam efendiye soralım? Oksijenin atom numarası kaç?

Bilmiyor musunuz? Oysaki içinde yaşıyorsunuz... Her an ona muhtaçsınız... Bir iki dakika yoksun kalsanız ölürsünüz!

Diyebilirsiniz ki "oksijenin atom numarasını bilmenin bana ne faydası var? Bilmesen ölür müyüm?"

Tabi ki ölmezsin; oksijenin atom numarası sadece sembolik bir örnek, ama atomdan molekülden habersizsen dünya görüşün daracık olur. İnsanların onbinlerce yıl uğraşıp edindikleri ve rafine ettikleri bilgiden nasibini almadığın için çok ama çok geri bir tarihte yaşarsın. Doğal olayları birbirleri ile ilişkilendiremez, mantıklı ilintiler kuramazsın. Kısacası evrende, çevrende olup biteni anlama konusunda güdek kalırsın. Anlayışın kıt olur.

Senden binlerce yıl önce yaşamış insanların dünya görüşü nasılsa senin dünya görüşünde öyle olur. Modern bilimin bulgularından bihaber yaşayan bir mağara adamı olursun.

---

Şimdi soralım kendi kendimize... Bazı bilgilerin hayat kurtardığının, yaşam kalitesini arttırdığının, genel anlamda verimliliği arttırdığının farkında mıyız?

Peki, bu bilgilerin peşinde miyiz? Yoksa uyduruk dünyalarda yaşamaya devam mı edeceğiz?

Bu uyduruk bilgilerin gerçek bilgiler peşine düşmemizi engellediğinin, insanı körelttiğinin farkına varalım. Sadece din değil, din gibi sorgulamadan benimsenen her türlü görüş ve ilke insan beynini köreltir; bilgeliğin ve cahilliğin kıstasını çarpıtır. Eğer cehalat kıstasımız bozuksa cehaletin kıskacına düşmüşüz demektir.

Saygılar
Bilgehan

Evrim sürecinde çok değişen ve az değişen canlılar

Forumdan bir arkadaşımız özel ileti gönderip iki soru sormuş. Bu başlıkta bu sorulara yanıt vermeye çalışacağım.
Aklıma gelen sorular gelince mesala kertenkele timsah vb gibi canlılar nasıl oluyoda gunumuze kadar gelebiliyoken onlarla aynı zamanda dunyada olan canlılar bu gune gelemiyobu bana cok mantıksız geliyo ikinci aklıma takılan su 2 tane xcanlısı olsun biri mutosyona ugruyo varsayalım ve xx olusuyo ama aynı anda x canlısı nasıl mutosyona ugramıyo vaktiniz olursa cevap verirsniz sevinirim. Saygılar

Bu sorulara adaptasyon ve ekolojik niş kavramlarını anlatarak yanıt verebiliriz.

Niş canlının ekosistemde üstlendiği görevdir, canlının ekosistemdeki yeridir. Bir canlının diğer tüm canlılar ve cansız ögelerle yani ekosistemin tümü ile etkileşimi canlının nişidir. Kaba bir benzetme ile niş canlının işidir diyebiliriz.

Durumu basite indirgersek zebranın "işinin" iki önemli parçası ot yemek ve aslana yem olmaktır.


Adaptasyon uyum demektir. Bir canlı hayatta kalabilmek için çevresindeki canlı, cansız tüm ögelere uyum göstermelidir. Bu uyum %100 olmak zorunda değildir, uyum belli bir aralığı ifade eder.

Bir kaç uyum örneği verelim...

Dallara tutunarak yaşayan bir canlıyı, bizim gibi bir primat olan Tarsieri ele alalım... Bu canlı ellerini böcek yakalayıp yemek için de kullanıyor.


Tarsier

Bu canlının parmakları dalları kavrayacak kadar uzun ve güçlü olmalıdır. Çok uzun parmaklar canlının yaşadığı ince dalları kavrayamaz, büyük gelir. Çok kısa parmaklar ise dala tutunmasına yetmez... Ayrıca böcekle beslendiği ve böceklerin ortalama bir boyutu olduğu için elleri yediği böcek boyutuna da uygun olmalı.

Temsili resimlerle inceleyelim...


Resimler temsili tarsier elleridir. Acele ile özensiz çizdim, kusura bakmayın.


Popülasyonda varyasyon vardır. Yani her bir özelliğin azı, çoğu, kısası uzunu, büyüğü küçüğü vardır. Enzimlerin daha aktif, daha tembeli vardır.

Bir tarsier popülasyonunda çeşitli parmak uzunlukları vardır. Parmakları diğer bireylerden biraz daha uzun ya da biraz daha kısa bireyler vardır.

Bir bireyin parmakları dalları kavrayacak kadar uzun olmazsa o bireyin üreme başarısı düşer, optimal parmak uzunluğuna sahip bireyler kadar başarılı olamaz ve kısa parmaklılığa neden olan genler gen havuzunda azalır.

Benzer şekilde parmaklar çok uzunsa bireyin yaşamını sürdürmesi güçleşir. Birey ellerini gereken beceri ile kullanamaz, gerektiği gibi tutunamaz, avlanamaz. Parmaklarınızın yirmişer cm olduğunu düşünün... Hayatınız nasıl olurdu?! Bir de tarsier gibi yaşamı ellerine bağlı, en temel aleti elleri olan bir canlının çok uzun parmaklı olduğunu düşünün... Bu canlı ölür, genlerini aktaramaz.

Doğal seçim bu şekilde çalışıyor...

Canlıların tüm özellikleri nişlerine göre, yaşadıkları çevreye göre belli bir aralık dahilinde olmalıdır. Gözlerin, kulağın, çenenin, dişlerin, pençelerin, parmakların, kuyruğun vs. boyutu optimal ölçülerden aşırı uzun ya da aşırı kısa olamaz.




Derimizin rengini düşün... (Apartmanlarda yaşadığımız bugünü değil, çıplak gezdiğimiz 60.000-70.000 yıl öncesini düşün.)

Güneşin dik vurduğu, UVB fotonlarının tehlike oluşturduğu Afrika gibi bir bölgede ten renginin koyu olması insanın hayatta kalmasına yardımcı olur.

Güneşe daha az maruz kalınan, bu azlık yüzünden de güneş ışığının vitamin sentezine yardımından mahrum kalınabilecek bir bölgede ise koyu tenli olmak derttir. Melanin derimizi bir perde gibi örter ve güneşin bedenimize nüfus etmesine engel olur. Bu Afrika gibi yerlerde istenilen bir şeydir, zira tenin koyu bile olsa güneş ışınlarının bir kısmı melanin perdesini geçer ve vitamin sentezine yardımcı olur. Kuzeyin karlı buzlu ikliminde ise rengi biraz daha açık bireyler avantajlıdırlar.

Şimdi Hindistan ya da Arabistan gibi yerleri düşünelim... Bu bölgeler Kuzeyin buzulları kadar güneşsiz, Afrika kadar güneşli değildir.

Bu bölgelerde ten rengi ne çok koyu ne çok açık olmalıdır... Bu bölgelere uyum bir popülasyonda ortalamanın çok üstünde açık renge sahip bireylerin ve ortalamanın çok üstünde koyu renge sahip bireylerin üreme başarıları optimal değerlere sahip olanlara göre düşüktür.

Yani bir Hintlide çok açık ten rengini kodlayan genler varsa o genler onun başına beladır. Teni güneşte hemen yanar, çilt kanseri olur.Çok koyu tenli ise vitamin eksikliği yaşar.

Afrika'da da durum benzerdir. Aşırı derecede koyu olamazsınız... Koyuluğun belli bir tonu olmalıdır, bu da çevresel sartlara, bu örnekte güneşten gelen ışınlara bağlıdır.

Kuzeyin insanları da tamamen melaninsiz yaşayamazlar... Güneş az da olsa var... Perde az da olsa kapalı olmalı yoksa güneş yakar ve kanser eder. (Kanser eden şey UV ışınları)

Yani ten rengi hep belli bir aralık içinde kalmak zorundadır. Işıklanım aynı olduğu sürece seçim kriteri aynıdır. Afrika'da yaşayan ve güneş altında bol bol zaman geçiren bir popülasyonda ten rengi daha açığa doğru kaymaz. Doğal seçimin baskısı ten renginin belli aralıkta tutulmasını gerektirir.


Afrikalı albino bebek

Bu resimde görülen albino bebek güneşe maruz kaldıkça cildi daha hızlı yıpranacak ve ne yazık ki sonunda aşağıda görülen çocuk gibi olacak...


Sadece dışarıdan görebildiğimiz özellikler değil, çıplak gözle göremedimiz özellikler de çevresel şartların belirlediği aralıklarda olmalıdır.

Vücudumuzda reaksiyonları yürüten enzimlerin cevval olmaları beklenir... Yani işlerini hızlı ve verimli çalışmaları beklenir.

Ancak şu örneği düşünün...

Enzimler hücre içinde ya da doku aralığında ya da özel vücut boşluklarında çalışırlar (mide, bağırsak örneğin)

Bir hücre içinde çalışan iki enzimi ele alalım; X ve Y enzimleri. Enzimler genelde hücrenin sıvısı içinde yüzerler ve substratlarına denk gelirlerse reaksiyon katalizlerler.

A, B ve C maddeleri var. A ve B substratlar... Yani enzimler bunları reaksiyona sokacaklar... Daha doğrusu bunların girecekleri reaksiyonu katalizleyecekler.

X enzimi A + B ---> D reaksiyonunu,
Y enzimi A + C ---> E reaksiyonunu katalize ediyorlar...


Yani her ikisi de A maddesini kullanıyor, fakat farklı substratları ile farklı ürünler (D ve E) üretiyorlar.

Yani X enzimi ve Y enzimi A maddesi için rekabet halinde, yarış halindediler.

Diyelim ki bir mutasyon sonucu X enzimi daha cevval oldu... Çok hızlı çalışıyor...

Bu durumda ürün dengesi bozulacaktır... Çok fazla D çok az E üretilecektir. Zira X enzimi Y enzimine göre daha hızlı şekilde A maddesi yakalıyor...

E ürününün eksikliği ve D ürününün fazlalığı metabolizmanın değişmesi demek... Bu organizma için istenmeyen sonuçlar doğurabilir.

Ben sadece iki enzim örnek verdim ama binlerce enzim her an substrat için yarışırlar... Bunların arasında bir denge olmalıdır. Bu denge sabit bir nokta değil belli bir aralıktır.

Binlerlerce enzimin bazıları kaskad halinde çalışır... Yani biri iş yapar, onun ürününü başka enzim alır, başka ürüne çevirir, o ürün de başka bir enzim tarafından başka ürüne çevrilir... Aslına bakacak olursak enzimatik reaksiyonların çoğu böyledir.

Zincirin başında hızlanma olması ara ürün yığılmasına neden olabilir. Zincirin ortalarında hızlanma ise zincirin tamamının hızına etki etmeyebilir...

yavaş hızlı yavaş
A>>>
>B>>>>C>>>>>>D

B'den C üretimi hızlı bile olsa, C'den D üretimi yavaş olduğu için reaksiyonun tamamı (A>>>D) yavaş yürür...

----

Tüm bunların neden anlatıyorum... Olay şudur; bir çevre şartına, bir yaşam biçimine, belli bir besin grubuna yani bir nişe uyum göstermiş, adapte olmuş bir popülasyonda tüm özellikler belli aralıklarda olur.


Peki bu popülasyonu başka bir yere taşırsak ne olur?


Örnek; Kutup ayısı çölde* ne yapar?

Hayır, talihsiz bedevilere bulaşamaz, zira ölür.

Kutup ayılarını bir anda kutuptan toplayıp Sahra çölüne bıraksak hepsi ölür.

Ama yavaş yavaş her yıl 0.1°C'lik artışla adım adım getirsek, yavaş yavaş ekvatora çeksek, üstelik etraflarında bol av bulsalar, bol bol üreseler, binlerce nesil geçse, Sahra çölüne kadar gelebilirler...

Ama geldiklerinde boyları yaban köpeği kadar olur... Renkleri beyaz olmaz. Sararır, bozarır, kahverengileşir... Bu arada tek bir bireyin hayatından bahsetmiyoruz, binlerce nesil diyoruz...

Boylarının neden yaban köpeği kadar olur siz düşünün, yanıt veren olmazsa yazarım.

Tabi bu yazdıklarım tamamen kurgusal... Doğal halde olan akımların hangi coğrafyaya gideceği ve nasıl bir evrim geçireceği tam bilinemez. Tahmin edilir, ama kesinlik arzetmez. Ancak evrenin fiziksel kuralları var. Bir tonluk ayı sıcakta yaşayamaz. Daha doğrusu pretadör olarak yaşayamaz... Otçul felan olsa, başka şekiller olabilir... Ya da su canlısı olsa yine değişik durumlar ortaya çıkar. Ama kesin olan birşey var Sahra çölünde bir tonluk predatör yaşayamaz.


* Çöl tanımına göre kutuplar çöldür. Bir arazinin kuraklığına göre çöl sayılır ve kutuplar kuraktır. Çöl sözcüğü halk dilinde Sahara, Gobi gibi çöller için kullanılır ama kutuplar da en az oralar kadar çöldür. Çöl olmanın kumlu olmaya ilgisi yok...

---

Şimdi olayı bağlayalım;

Köpekbalıkları...



Bunlar onbin nesil, yüzbin nesil önce nerede yaşıyordı... Okyanusta
Bugün nerdeler... Okyanustalar...

Ne yiyorlardı... Balık
Bugün... Benzer bir menü... Yine balık... Arada denk getirirlerse bizi de yiyorlar.

Bunların hayatında ne değişti... Hemen hemen hiçbir şey...

E o zaman bunların nişleri değişmemiş... Yani her bir özellikleri yüzbin nesil önce hangi aralıklarda bulunması gerekiyorsa hala o aralıklar geçerli...

Yani köpekbalıklarının adapte olmak zorunda oldukları, uyum göstermek zorunda oldukları yeni bir ortam yok...

Üzerlerinde çok büyük predatör baskısı yok... Bunların keyifleri paşada yok... Bunlar niye değişsin ki?

Tabi ki köpekbalıkları da değişiyorlar ama onların bağlı olmak zorunda oldukları aralıklar binlerce yıldır fazlaca değişmedi. Yaşam tarzları, nişleri, habitatları fazlaca değişmedi... Bu yüzden tüm özellikleri belli aralıklarda bulunmaya devam ediyor.

Peki mutasyon olmuyor mu bunlarda? Oluyor... Mutasyon olmaması için canlıyı dondurman felan gerek... Ya da yakman... Ne bileyim... Karadeliğe atman mutasyonları durduracaktır...

Ama mutasyon sonucu ortaya çok ekstrem bir özellik çıkarsa o birey "nişini" yerine getiremiyor. Optimalden en ufak sapma bile dezavantaj...

Bu yüzden bunlar onbinlerce yıldır aynı düzen devam ediyorlar.

---


Bazı türler vardır; tam acıların çocuğu... Bunların başına gelmedik kalmaz... Belayı da kendileri ararlar. Mesela biz.... Otursana paşam Afrikan'da! Ormana takıl işte... Dallarda, ormanın kanopisinde yaşa... Meyve ye, arasıra böcük börtü ye... Keyfine bak...

Ama öyle olmuyor işte... Bir popülasyonun keyfi çakır oldu mu, yiyecek bol, predatör baskısı az, iklim dengeli oldu mu bunlar deli gibi ürerler... Herşey bol ama yer dar, dünya sonsuz değil... Orman sonsuz değil... Ormanın sınırına dayandın mı ver elini savana... Kaptır savanadan çöldesin... Çölü geçtim, deniz gördüm, kıyıdan kıyıdan gittim, ilerde soldan döndüm derken feleğin çarkından geçersin...

Bi kere angut angut oturan kuzenlerin gibi yürüyemezsin... Enerji açısından şempanze benzeri yürüyüş çok verimsizdir... Şempanze ile yarışsak, uzun mesafede nal toplatırız. Zaten bizim enerji metabolizmamızda da çok küçük farklar var. Daha önce bahsetmiştim, bizde tam 6 kopya aquaporin geni var... Duplike ola ola artmış... Aynı genden altı tanesi birden farklı allellerde exprese ediyorlar... Bu aquaporin proteinleri sentezlendikten sonra gidip hücre zarına otururlar ve su alışverişini sağlarlar. Elektrolitleri geçirmeden su pompalayabildikleri için hücrenin elektrokimyasal potansiyelinin daha dengeli olmasını sağlarlar. Metabolizma daha hızlı ve verimli çalışır. Bu da bizi daha enerjik yapıyor... Biz yolların adamıyız... Maratoncuyuz. Niye... Atalarımız kıçlarını kırıp oturamamışlar da ondan... Fellik fellik gezmiş garibanlar...

Atalarımız gezerken yanlarına beslenme çantası ile orman meyvelerinden almayı akıl edememişler... O yüzden değişik ortamların, değişik iklimlerin besinlerini yemişler. Bunları yiyip yaşayabilen yaşamış, yaşayamayan genlerini havuzdan çıkarıp gitmiş tahtalı köye...

Beslenmenin değişmesi, avlanmanın artması demek daha verimli alet kullanma demek... Alet kullanmanın artması bizi insan yapan en önemli faktörlerden.

Atalarımızı gittikleri yerde yırtıcılar "ulan bunlar tam akıllanınca şehirler felan kurup yaşam alanlarımızı işgal edecekler, hem de bizi yakalayıp kendi ataları maymunlar gibi kafese kapatacaklar, ele güne rezil olacaz" diye sobeleyip durmuşlar. Bizim atalardan kimisi yırtıcılara yem olmuş, kalan sağlar biziz işte...

Görüldüğü üzere insan türünün nişi çok değişmiş... Ormanın kanopisinde meyve yiyen bir tür kendini savanlara atmış, hızını alamamış tüm dünyayı dolaşmış... Hayatında herşey değişmiş, yediği değişmiş, onu yiyenler değişmiş, yattığı yer değişmiş, iklim değişmiş.... Yavaş yavaş değişen bu şartlara uyum gösteremeyenler ölmüş.

Bizim kadar, hatta bizden bile yaygın birkaç canlı daha var...

Bazı sıçan türleri örneğin... Ama en güzel örnek hamamböcekleri...

Bizdeki inat, sabır, sebat aynen bunlarda da var...

Ama bunların bir avantajı var... Bunlar böcek... Bizim parmağımız kadar bile değiller.

Biz bir seferde bir yavru yaparız, bunlar binlercesini yaparlar... Biz yavru yapmak için 15 yıllık bir gelişme süresini bekleriz, hamamböceklerinin yumurtadan ergine gelişim süreleri 3 aydır. Bize göre çok çok daha hızlı ürerler. Durum böyle olunca hamamböcekleri çok yüksek evrim hızına sahip oluyor.

Bazıları derler ki "Bak onyüzbinmilyon yıllık hamamböcüsü, evrimleşmemiş!"

Bunlara 4000 sopa vurmak lazım... Ulan kazma... Hamamböceğinin 4000 türü var, nerde evrimleşmemiş...


Balinasından, zürafasından, filinden tutut, faresine yarasasına kadar tüm memelilerin 5400 türü vardır. Hamamböceklerinin 4000 türü vardır... Bu kadar türleşmiş, bu kadar çeşitlenmiş oldukları halde "evrimleşmemişler" şeklinde sallama bir yorum yapmak cehaletin ötesindedir.

---

Şimdi sorulara bu bilgiler doğrultusunda yanıt verelim...

kertenkele timsah vb gibi canlılar nasıl oluyoda gunumuze kadar gelebiliyoken onlarla aynı zamanda dunyada olan canlılar bu gune gelemiyo
Sanırım sorulmak istenen şu; sürüngenlerin bir kısmının nesli tükenmiş, örneğin dinozorlar yok artık... Ama timsah, kertenkele "hala" var... Nasıl oluyor?

Öncelikle... 65 milyon yıl önce dinozorların nesli tükenmeye başladığında bugün bildimiz anlamda timsah ve kertenkele yoktu... Benzerleri vardı ama bugünküler ile birebir aynı değildiler. Bugün bildiğimiz canlıların hiç biri o dönemde yoktu, ataları vardı ve şimdi hallerinden farklı idiler. Dinozorların nesli tükenirken bazı sürüngenler hayatta kaldılar ve bunlar evrimleşmeye devam ederek bugünkü sürüngenleri oluşturdular.

Peki o bazı sürüngenler neden yok olmadı? Zira dinozorlar kadar büyük değillerdi...

Şöyle düşünün; kertenkele büyüklüğünde bir sürüngen böcekle beslenir. Kocaman T-Rex böcekle beslenemez. T-Rex başka büyük dinozorları yer. Küçük şeyleri avlayamaz, avlamakla da uğraşmaz çünkü verimli değildir. Günümüzde fare avlayan aslan yok değil mi? Dişinin kovuğu doldurmaz.

Peki dünyaya bir göktaşı düşer ve ekosistem sarsılırsa, bitki örtüsü azalırsa, bunları yiyen otobur dinozorlar açlıktan ölürse T-Rex diğer etoburlar ne yiyecek? Yiyemeyecekler, ölecekler..

Peki böcekle beslenenler ne yaparlar... Böcek miktarı azalsa bile sıfıra inmemiştir, ortalıkta hala onlara yetecek kadar besin vardır. Bu yüzden büyük dinozorlar kadar etkilenmezler.

Bugün bir felaket olsa, göktaşı felan düşse en son öleceklerden bazıları böceklerdir. Yemeden içmeden haftalarca yaşar bunlar... 65 milyon yıl önceki göktaşı felaketinde tüm besin yok olmamıştır, böcekler için hala besin vardır. Hatta açlıktan ölen dinozorlar bunlara yem olmuştur. Bunları avlayanlar da bu sayede yiyecek bulabilmiştir.

Benzer şekilde nehirlerde yaşayan ve balık ile beslenenler de hayatta kalma şansı bulmuşlar. Hayatta kalan sürüngenler oldukları gibi bugüne gelmediler... 65 milyon yılda onlar da değişim geçirdiler. Tabi bazıları çok, bazıları az değişti.

65 milyon yıl önce memelilerin (bizim atamız da bunlara dahil) boyutları fare ile sincap arasında idi. Üzerlerinde çok büyük predatör baskısı vardı. Dinozorların neslinin tükenmesi onlara yeni kapılar açtı.

Bir hipoteze göre bizim atamız, primatların ilkel formları böceklerle beslenmek için ağaçlara tırmanmaya başladılar. Kavrama yeteneğine sahip eller o dönemde evrimleşmeye başladı.

Biz fare gibi birşeydik... (Atamız "maymun" değil diyenler bunu hiç duymasınlar...) Dinozorlardan saklanıyorduk, dinozorlar gidince sahne bize kaldı.Timsahın ataları bugün ne yapıyorlarsa o gün de aşağı yukarı aynısını yapıyorlar, benzer ortamlarda yaşıyorlardı. O yüzden fazlaca değişmediler. Ama hiç değişmediler denilemez.

Yaşam şartları fazlaca değişmeyen Crocodilia takımından canlıların bizim kadar değişmemiş olmalarının nedeni bizim kadar niş değiştirmemiş olmalarıdır. Niş değişmeyince doğal seçim kriterleri de değişmiyor. Tüm özellikler belli aralıklarda seyrediyor.


2 tane xcanlısı olsun biri mutosyona ugruyo varsayalım ve xx olusuyo ama aynı anda x canlısı nasıl mutosyona ugramıyo
Yok öyle birşey... Daha önce dediğim gibi; mutasyon olmaması gibi bir olasılık yok...

Mutasyon çok çeşitli nedenlerden dolayı olur. DNA zinciri aşırı sağlam bir molekül değildir. Hücrenin içinde doğal olarak bulunan kimyasallardan, beslenme ile alınan maddelerden, ışıktan etkilenir ve mutasyona uğrar. Ayrıca DNA'yı kopyalayan enzimler %100 hatasız kopyalar çıkarmazlar. Bakterilerdeki enzimler milyonda bir, memelilerdeki milyarda bir hata yapar... Hata oranı düşük gibi görünüyor ama bizim DNA'mız 3.2 milyar baz çifti içerir... Yani her hücre bölünmesinde ortalama 3-4 hata olur. Eşey hücreleri oluşurken de, yani sperm ve yumurta oluşurken de bu hatalar olur. Yani mutasyon olmaması diye bir durum yok.

Her mutasyon ölümcüldür diye yanlış bir bilgi vardır...

Şunu bir düşünün...

Bizde bir gen var... Bu genin aynısı inek ve papatyada da var. Hemen hemen aynı işi yapıyor bu gen...

İnsan, inek ve papatyada da gayet sağlıklı çalışıyor. Ama genin harf harf okursan insan ile inek arasında 5 noktada insan ile papatya arasında 12 noktada fark var. Demek ki tek bir değişiklik ile işlevsellik kaybolmuyor.

Bazı mutasyonlar öldürücüdür... Hatta öyle mutasyonlar vardır ki canlı zigottan öteye gidemez bile... Döllenme olur, zigot bölünemez bile.

Bazı mutasyonlar DNA'nın kullanılmayan yerine denk gelir. Hiç bir etkisi olmaz.

Bazı mutasyonlar DNA'da değişikli yapar ama kodlanan protein değişmez, zira aynı aminoasite denk gelen kodon oluşmuştur.

Bazı mutasyonlar kodlanan proteinin aktivitesini iyi ya da kötü yönde çok az değiştirir. Bazıları çok iyi ya da çok kötü yapabilir.

Yani illa kötü bir durum olacak diyemeyiz.

---

Mutasyonlar popülasyon içinde çeşitliliğe yol açarlar.

Bu çeşit çeşit canlıların kimisi yaşadığı ortamda daha başarılı olur. Kimisi başarısız olur. Başarısız olanların daha az yavrusu olur, belki de hiç olmaz...

Doğal seçimim kriterleri değişmiyorsa canlının tüm özellikleri mevcut ortam için optimal seviyede olmalıdır. Belli aralıkta çeşitliklik daima bulunur. Yaşamı kötü etkileyecek aşırı uçlar elenir.

Umarım yanıtlar yeterli olmuştur. Kısa tutmak için ayrıntıya girmedim, açmamı istediğiniz nokta varsa belirtin.

Sevgiler, saygılar
Bilgehan

Harddisk

Benim bilgisayarımda özel bir harddisk var. Diğer harddisklerden farklı olduğu için "My Computer" ikonuna tıklayınca açılan pencerede listelenmiyor. Bu harddiske erişmek için farklı bir yol kullanmak zorundayım.

Bu harddiskim çok özel... Süper bişey... Hiç ses çıkarmıyor, çünkü geleneksel harddiskler gibi dönen, hareket eden parçaları yok... Bu yüzden hiç ısı da üretmiyor. Tabi hiç enerji de harcamıyor. Bu harddiskin en güzel yanı kapasitesi... Diğer harddiskler gibi 300 GB, 500 GB değil... Sonsuz bir kapasitesi var. Üstelik asla bozulmuyor, sonsuz ömrü var.

Bu harddiske veri kaydetmek çok kolay... Kaydetmek istediğiniz dosyanın üzerine gelip o özel harddiske kaydolmasını düşünüyorsunuz! Ta da! Veriniz özel harddiskte güvende...

Yanlız okumada bazı sıkıntılar olabiliyor, zira o sonsuz kapasite (sığa) içinde verinin nereye kaydedildiğini bulmak çok güç... Günümüzün bilgisayarların sonsuz kapasiteli bir harddiski adresleyecek DMA denetleyicileri yok. O yüzden özel harddiskime kaydettiğim herşeyi eski tip konvansiyonel hardiskime de kaydediyorum. Ama biliyorum ki özel harddiskim de bir kopyası var ve orada sonsuza kadar güvende...

Bilgisayardan anlayan bir arkadaşım geldi geçen gün... Bilgisayardan anlıyor dediysem lafın gelişi işte. Anladığını sanıyor... Herkese öyle yutturmuş kendini.

Harddiskimi anlatınca bana güldü. İnanmadı bana... Tutturdu açalım bakalım kasanın içini diye... Anlattım ama dinlemedi. "Benim harddiskim çok özel, sıfır enerji ile sınırsız kapasiteli ve sonsuz ömürlü olabilmesi için değişik bir teknoloji ile üretmişler, o yüzden normal harddiskler gibi eline alamazsın" dedim... Yine de inanmadı, beni dinlemedi ve kasayı açtı. Tabi normal olarak özel harddiskimi göremedi. Sonra da zafer kazanmış gibi sırıttı... Pis herif... İnkarcı...

"O harddisk olmasa bu kadar bilgi nereye sığacak" diye sordum. "Ee... normal harddisklerin var ya?" dedi....

"Normal harddisklerin kısacık ömürleri var, hemen bozuluyorlar... Benim değerli verilerim yok olup gidecek mi? Annemin, sevgilimin, sevdiğim herkesin fotoğrafları, anıları boşa mı gidecek?" dedim...

Ukala bir tavırla "E o zaman external bir harddiske yedek al!" dedi...

Ne gerek var ki? Özel harddiskimde güvenle sakladığım verilerin yedeğini almaya ne gerek var? Aptal işte... Tek bildiği eski kara düzen harddiskler.

Ne kadar ahmak olduğunu göstermek için ona Google gibi dev sitelerin barındırdığı verinin büyüklüğü anlattım.. "Hadi bakalım, sen bu kadar büyük veri saklayacak harddisk gösterebiliyor musun?"

Şaşırdı kaldı tabi... Yok onlar binlerce harddiski bağlamışlar da, yok dataserver diye bişey yapmışlar da... Ivır zıvır... Benim ufacık bilgisayarım bile o kadar ısı üretiyor, eğer normal harddisklerden binlercesi bir arada çalışsa yangın çıkmaz mı? Eriyip gitmezler mi? Ahmak işte... Bilgisayarcı güya...

Beni yalanlamak için... "Peki, özel harddiskinden bir dosyayı göster hadi!" diye meydan okudu...

İyi de özel harddiskime ben sadece kayıt yapıyorum, diğer harddiskim göçmediği sürece ondan okumama gerek yok ki!

Tabi yine kabul etmedi... Çünkü ahmağın tekidir kendisi... Güya akıllı geçinir.

Şimdi şunu düşünün... Diyelim bir yazı yazacaksınız.. Ama yazınızı daha kaydetmeden elektrik kesileceğini biliyorsunuz. Yani yazınız uçup gidecek... O yazıyı yazar mısınız? Yazmazsınız... Hiçbir akıl sahibi kişi yok olup gidecek birşey için zaman harcamaz.

Özel harddisk vardır. O olmasa veri saklamanın bir anlamı olmazdı... Bilgisayarla ilgili hiçbir şeyin anlamı olmazdı. Nasıl olsa yok olup gidecek dosyaları saklamaya çalışmaz, bilgisayarla felan da hiç uğraşmazdık... Dosyalarımız sonsuza kadar saklanamayacağı, birgün hiç olup gidecekleri için verilerimizi korumaya çalışmazdık. Hiç kimse bilgi üretmezdi. Kimsenin hiçbir şeye güveni olmazdı.

Bugün bu dev programlar yazılıyorsa, işletim sistemleri, programlama dilleri yazılıyorsa, bloglarda, forumlarda, web sitelerinde hergün milyonlarca kişi içerik üretiyorlarsa özel harddisk sayesindedir. Yok olup gideceğini bilsek tek satır yazı yazmazdık, hiç bişey üretmezdik. İnsanlık bir adım ilerlemez, sefil olurdu... Özel harddisk vardır! Varlığına inanmayan insanlık düşmanıdır ve yok edilmesi gerekir... Çünkü toplumda umutsuzluğu, gayesizliği yaymaktadır. Kahrolsun özel harddisk inkarcıları!

Sevgiler (sadece harddiske inananlara)
Bilgehan

Rüyada veda (False positive hayal dünyası)

Ben evin ilk çocuğuyum; babaannemin, dedemin ilk torunuyum. 6 yaşındayken dedemi kaybettim, ama anısı hala canlıdır. Babaannemi ise otuzlu yaşlarımın başında kaybettim. Üzerimde çok emeği vardır, onu nasıl sevdiğimi ve nasıl özlediğimi anlatamam.

Babaannem vefat ettiğinde bana söylemediler. Türkiye'de değildim, 4 uçak değiştirip gidilen, on bin kilometre uzakta bir yerdeydim. Benden saklamışlar, yanlız başımaydım, bir iki haftadan erken Türkiye'ye gelemezdim; evden uzak bir başına üzülmesin, uygun zamanda söyleriz diye benden gizlemişler.

Vefat haberini aldığımda çok üzüldüm. Son bir kez sarılamadım, elini yüzünü öpemedim. Çok özlemiştim zaten... Arkadaşım gibiydi babaannem, oturur saatlerce konuşurduk, bana köydeki eski günleri, anılarını anlatırdı... Benim de ona anlatacağım çok birikmişti, bir öğlenden sonra oturacaktık yine beraber, gördüğüm yerleri, ilginç şeyleri anlatacaktım ona... Ne çok şey birikmişti konuşacak...

Vefatını öğrendiğimde cenazesi çoktan kaldırılmıştı. Son bir kez sarılamadan toprağın altına koyuvermişler.

Kocaman adam günlerce ağladım. Daha ölmez babaannem, benim çocuğum olacak onu da büyütecek daha...

Ama gitmişti işte... Veda bile edemeden...

Aradan zaman geçti... Kardeşimle internette konuşuyoruz. Babaannemi rüyamda gördüğümü anlatıyorum; sarılıp hasret giderdiğimizi, konuşmadığımızı ama rüyanın sanki gerçek gibi olduğunu söyledim.

Kardeşim, "abi dün babaannemin ölüm yıldönümüydü" dedi...

Tüylerim diken diken olmuştu... Çok etkilenmiştim... Vedalaşamadığım, son bir kez göremediğim babaannemi ölüm yıldönümünde görmüştüm. Doğaüstü bir durum vardı sanki...

İlk anda insan çok etkileniyor ama durup düşününce durum daha iyi anlaşılıyor.

Bu babaannemi gördüğüm ilk rüya değildi, daha önce defalarca görmüştüm benzer rüyaları... Ölümü beni çok etkilemişti... Zaten hafta bir rüyamda görürdüm onu... Ölüm yıldönümünde görmem özel bir durum değildi.

---

Bazen içinde olduğumuz, başrolünde olduğumuz olayları sağlıklı yorumlayamıyoruz. Duygularımız devreye giriyor...

Adamın biri kaza ile çocuğumuza çarpsa ve ölümüne neden olsa o adamın da ölmesini isteyebiliriz. O bizim canımızı yakmıştır, onun da canı en feci şekilde yanmalıdır... Soğukkanlı bir şekilde düşünüp olayın kaza olduğuna ve adamın çocuğumuzu kasıtlı olarak öldürmediğine kanaat edemeyiz.

Olayın tam tersi gerçekleşse, yani arabayı süren bizim kendi çocuğumuz olsa ve kaza ile başka birinin ölümüne neden olsa bu kez çocuğumuzu savunmak için olayın kaza olduğunu vurgularız.

Dediğim gibi; olayın bizzat içindeyseniz yorumunuz değişiyor.

---

Ben babaannemi kaybetmenin acısını yaşarken onu tam da ölüm yıldönümünde görmenin doğaüstü bir olay olmadığını sakin kafayla düşünüp bulabildim. Bu benim kişisel özelliğim değil, herkes bunu yapabilir.

Burada önemli olan bilimsel jargonda false positive denilen oluşları ayırabilmek. False positive kabaca yanlış alarm demek...

Babaannemi her hafta rüyamda görmüşüm, bunlardan hiç biri özel bir tarihe denk gelmiyor. Ancak sadece bir tanesi ölüm yıldönümüne denk geliyor. Bu durumda rüyanın tesadüf etmiş olmasından başka bir açıklaması yok...

Durumu şöyle izah edeyim;

Birden ona kadar bir sayı tutun?


9 tuttunuz değil mi?
Yok 7 demek istedim aslında...
Hmm... 4 demek ki...
Şimdi de 8 diyorum..
Hayır, hayır 5 tutmuştunuz...

Bu böyle gider ve 10 sayıyı da saydığımda tuttuğunuz sayıyı bulurum...

Peki atıp da tutturamadıklarım ne olacak?

Fal, büyü, şifacılık, rüya tabiri, astroloji vs. uydurmaların tümü yanlış alarmların, yani false positiflerin sayılmaması yüzünden çalışıyormuş, işe yarıyormuş gibi görünüyor.

Şifalı bulmak amacıyla bir mezara, türbeye vs. giden binlerce insandan bir tanesi iyileşiyor.

Kontrollü bir deney yapsak, aynı sayıda kişiyi türbeye değil Disneyland'a götürsek yine benzer sayıda iyileşen olacak.

Tabi şifa olaylarında plasebo etkisi de var. Ancak olayın çalışıyormuş gibi görünmesinde en büyük etken sadece iyileşenlerin sayılması, iyileşen/iyileşmeyen oranının gözardı edilmesidir.

Oysa ki karşımıza çıkan her olguyu taraf olmadan, tüm çıplaklığı ile incelemeliyiz, bazı verileri gözardı edip üzerlerini örterken bazı verileri ön plana çıkarmak dürüst bir davranış değildir.

Biz insanlara bilimsel düşünün, bilimsel yöntemi benimseyin, hayatınıza uygulayın derken bunu kastediyoruz.

Eğer ben dindar biri olsaydım babaannemi gördüğüm rüyayı Tanrı'nın işareti sayacaktım.

---

Diğer bir örnek olarak şehit mektuplarını ele alalım. Askere giden hemen her genç ailesine, sevdiklerine mektup yazar. Özellikle çatışma tehlikesinin olduğu, ölümle burun buruna yaşanan bölgelerden gelen asker mektupları bol bol helalleşme içerir. Bizde gelenektir, helalleşiriz. Yola giderken bile helalleşiriz. İşte bu çocuklar da çok daha büyük bir tehlikenin arefesinde ailelerine yazdıkları mektuplarda en samimi duygularla helalleşirler.

Bu helalleşen çocuklarımızın bir kısmı sağ olarak ailelerine dönerler, yıpranmış da olsa sağ salim dönmeleri sevinç yaratır ve o helalleşme mektupları unutulur gider.

Son otuz yıldır terörle mücadelede binlerce evladımızı yitirdik... Ailelerine mektup yazıp helalleşen bazı çocuklarımız evlerine tabut içinde döndüler... Helalliklerini aldıkları ana babalarının gözyaşlarına boğdular... İşte o askerimizin ailesinden istediği helallik mucize olarak yorumlanır. Yani o askerin öleceğini bildiği sanılır.

Durum yine false pozitif olayı... Ölmediği halde helalleşenler hiç sayılmıyor. Ayrıca mektubunda helalleşmeden, ölümden bahsetmeden ölenlerin de hesabı yapılmıyor.

Yani bir asker, hadi bir değil on olsun, hatta yüz olsun, mektup yazmış, ölümden bahsedip helallik istemiş ve sonunda şehit olmuş. Ama böyle olmayan belki yüz katı, bin katı asker var, onları sayan yok... İlla mucize bulacağız...


---

Sonuç bölümünü yazmıyorum, size bırakıyorum. Ben sonuç yazınca müslüman arkadaşlar kızıyorlar. Bu yazının sonucunu müslüman arkadaşlar yazsınlar.

Saygılar, sevgiler
Bilgehan

Fitre Çebici



Yıl 1995... Üniversiteyi kazandım, başka bir şehre taşındım. Annem de beni ziyarete geldi... Annem kız arkadaşımı görünce bana "Aman nerden buldun bunu, fitre çebici gibiymiş" dedi... Fitre çebici ne ola ki!? Ne demekmiş fitre çebici? İyi birşey olmadığı kesin... Sonra öğrendim tabii neymiş... Size de anlatayım.

Fitre çebici... Derin anlamı olan bir deyiş...

Fitreyi biliyorsunuzdur. Bilmeyenlere kısaca açıklayayım; bizim Ramazan Bayramı dediğimiz şeyin asıl adı İd ul Fitr'dir.

İhtiyacınızdan başka, birikim olarak 200 dirhem (561 gr) gümüşten ya da 20 miskal (81.18 gr) altından fazla tutan malınız varsa İd ul Fitr'de bir fakire "fitre sadakası" vermek size vacib olur. (İlla gümüş, altın olması gerekmiyor; bu değerlere karşılık birşeyiniz olması yeterlidir. Ayrıca aileler çocukları için de verilmelidir.)

Verilecek fitre sadakasının miktarı muğlaktır; "bir kişinin günlük asgari gıda ihtiyacını karşılayacak kadar" şeklinde bir miktar tanımlaması yapılmıştır. Geçmişte bu miktarı belirlemede hep güçlük çekilirmiş. Günümüzde Diyanet İşleri Başkanlığı fitre miktarını yıllık olarak açıklar. Bu yıl için 6.50 TL açıklanmış. Ailenizdeki kişi başına 6.50 TL fitre vermeniz vaciptir. Ancak bu minimum miktardır, gönlünüze göre daha çok verebilirsiniz.

Eskiden çocuklar evlenip evden ayrılmazmış, aileler büyük olurmuş, birlikte yaşanırmış. Bir ev ahalisi içinde fitre hatırı sayılır bir yekün tutarmış. Unutmayın, çocuklara da vacib... Daha doğrusu çocukları adına fitre vermek velilerine vacib.

Bu yüzden köy yerinde çiftlik sahibi olanlar bir hayvanı fitre sadakası olarak ayırıp fakirleri doyururlarmış.

Fitre için kocaman keçiyi versen fazla olur, oğlağını versen o da minicik şey; hem ayıp, hem günah... O yüzden orta boy birşey bulmak gerek... Ne verelim? Çebiç verelim! Çebiç dediğimiz keçinin bir yaş civarlarındaki yavrusu... Oğlaklıkdan çıkmış gayri... Biraz büyümüş...

Çebici vereceğiz fitre diye ama çebiç dediğin boy boy... İrisi var, kurusu var... Bizim zengin müslümanlar da en çelimsiz, en zayıf çebici seçer verirlermiş.

İşte "fitre çebici" deyişinin anlamı bu... Sıska, çelimsiz, zayıf demek.

---

Yazının buraya kadarı giriş ve gelişme bölümüydü. Özellikle müslüman üyeler yazılarımın giriş ve gelişme kısımlarını onaylarken konuyu bağladığım sonucu beğenmiyorlar. Ben de bu yazıda konuyu bağlamayı size bırakıyorum.

Evet, sonuç kısmını yazmayı size bırakıyorum, buyrun siz yazın.

Sevgiler, saygılar
Bilgehan

BilgehanBengi Avatarı, Estetik ve Evrim (Güzelliğin kaynağı nedir?)

Avatarımdaki kız konusunda çok soru soruldu, çok spekülasyon yapıldı, hatta bu kız ile Beyoğlu'nda karşılaşmayı uman forum üyemiz bile oldu... Avatarım yüzünden kız sanıldım, güzelliğime nâmeler dizen üyelerden özel iletiler aldım, MSN'e davet edildim vs. vs.

Şimdi avatarımdaki kızın kim olduğunu açıklıyorum! Öyle bir anda söylemem ama... Yavaş yavaş öğrenin kim olduğunu... Önce aşağıdaki dört fotografa bakın... Bu dört kızın güzel olup olmadıkları, güzelseler neden güzeller, değilseler neden değiller kendi kendinize düşünün...













---


Kızlar bekleyedursunlar şimdilik... Bizim meşhur Charles Darwin'in kuzenlerinden biri olan Sir Francis Galton'dan bahsetmek istiyorum... Bilgehan yine Darwin diyecek, evrim diyecekler yanılmıyorlar!


Francis Galton'un öyküsü uzun, ben sadece konu ile ilgili kısmını aktaracağım... Francis Galton kriminolojik (suç bilimsel) çalışmalara katkıda bulunmak için "suçlu yüzünün karakteristiklerini" araştırır (Başka amaçları da vardır aslında, onları ayrıca tartışırız). Ona göre eğer hapishanelerdeki yükümlülerin yüz şekillerinden bir ortak nokta, bir ortak karakter çıkarılabilirse elde edilen "potansiyel suçlu yüzü" polise ve mahkemelere çok yardımcı olacaktı.

Bu düşüncesini eyleme geçirdi ve çeşitli suçluların yüzlerini özel fotograf teknikleri ile üst üste pozlamaya başladı... Sonuçta oldukça çirkin, dehşetli bir suçlu yüzü çıkmasını umuyordu ama durum hiç de beklediği gibi olmadı.

Pek de güzel sayılmayacak, hatta ürkütücü görünen insan yüzleri birleştirildiğinde ortaya daha masum duran, daha güzel insan yüzleri çıkıyordu.


Çalışma kriminoloji çalışması olarak başlamış ama estetiğin en önemli sorusuna yanıt vermişti... Güzelliğin kaynağı nedir?

 ---

O kaynağı yazının sonunda ele alacağım, şimdi avatarımdaki kıza dönmek istiyorum. Bilgisayar grafikleri teknolojisinin gelişmesi ile Galton'un fotograf birleştirme yöntemi yeni bir soluk buldu. Artık fotografları çok daha kolay ve etkili olarak birleştirebiliyoruz.

Şimdi yukarıdaki dört kız fotografından ikisini alalım ve birleştirip sonucuna bakalım.



Gördüğünüz gibi çok da alımlı olmayan iki kızın fotografları birleştirildiğinde ortaya daha alımlı, daha güzel bir kız çıkıyor.

Şimdi üçüncü bir kız daha ekleyelim...


Birleşik fotograftaki kızın daha da güzelleştiğini görüyoruz.

Şimdi dört fotografı birleştirelim...


Evet... Daha masum, daha güzel...

Fotograflar birleştirilirken giysiler ve saçlar biraz karışıyor.

Şimdi bu fotograflardan birini seçelim. Onun saçları ve giysilerini birleşik fotograftaki kıza aktaralım... GIMP ya da Adobe Photoshop ile bu çok kolay bir işlem...


Böylece Bilgehan Bengi avatarını elde etmiş oluyoruz...

Yani bu kız gerçek değil! faceresearch.org sitesindeki bir programı kullanarak ürettiğim bir yüze aynı siteden aldığım bir fotograftaki kızın saçları, giysisi ve takılarını aktararak ürettim...

Şimdi işin estetik boyutuna gelelim... Güzellik nedir?

Güzellik; kişide olan değil olmayan özelliklerin bir sonucudur. Yani normalden ne büyük ne de küçük ölçüler, normalden fazla sapmayan yani ortalama yüz hatları kişiyi güzel yapıyor. Yani güzellik varlıkların değil yoklukların bir getirisi... Yani güzellik sabit birşey değil, insan beyninin ortalama alma huyunun bir sonucu.

Bu sitede bin defa yazdım, insan beyni nonlineer istatistiksel modelleme yapar diye. İşte güzellik anlayışımız da bunun sonuçlarından biri. Tıpkı tüm gelişmiş primatlarda olduğu gibi insanlar için yüz çok önemlidir. Yüz tanıma, yüzü yorumlama çok küçük yaşlarımızdayken öğrendiğimiz bir şeydir. Biz bireyleri yüzleri ile tanır ve ayırırız. Ailemizi, kabilemizi en iyi yüzleri ile biliriz. Yüz tanıma evrimsel süreç içinde sosyalleşme sürecimizde kazandığımız özelliklerden biridir.

Daha önce bir başlıkta insan beyninin deneyim biriktirdiğini, beynin alt tabakalarında gelen sinyallerin beynin kabuk kısmı tarafında kaydedildiğini ve karar verme mekanizmalarımızda bunun etkili olduğunu ve insan zekasının kaynağının bu olduğunu anlatmıştım. Ayrıca görsel algımızın da benzer şekilde deneyimlere bağlı olduğunu, yani baka baka görmeyi öğrendiğimizi söylemiştim. Bu yazı anlattıklarım da önceki yazımı destekler niteliktedir.

Eğer henüz okumadıysanız bahsettiğim yazımı da okumanızı öneririm; İnsan Zekasının Evrimi, İletişim, Kültür ve Flynn Etkisi > İnsan Zekasının Evrimi, İletişim, Kültür ve Flynn Etkisi


Sabit olarak yaratılmış ve insanın içine koyulmuş bir güzellik yargısı yoktur. Gördüğümüz tüm insanların ortalaması bize güzel geliyor. Güzellik anlayışımız evrimimizin bir sonucu ve sabit değil.

Son olarak yazıyı okuyup "tüm ırklar karışırsa daha güzel insanlar çıkar" diye bir hipotez üreten ve bu hipotezini de "zaten melezler güzel olur" diye destekleyebilecek arkadaşlar için bir hatırlatmada bulunayım. Bu fotograflara uygulanan işlem grafikseldir, genetik olarak bireyleri karıştırmıyoruz. Yüz şeklimiz dahil morfolojimizi homeobox genleri belirliyor. Bu genler anne ve babadan gelen verinin ortalamasını alma şeklinde çalışmıyor. Genetiğin kuralları tüm genler için olduğu gibi bu genler için de geçerli.


Saygılar, sevgiler, güzellikler
Bilgehan Bengi