24 Aralık 2008 Çarşamba

Pilatese giden anne

Bir gün bir anne varmış, bıngıldaksız sıpalarını evde bırakıp pilatese gitmiş.

Sıpaların hepsi zaten atkafaymış, bi boktan anlamazlarmış... Anne onlardan da kazma olduğu için çocuklara bizzat terbiye vermek yerine evin bir köşesine yakalanırlarsa ateşe düşecekleri binbir tuzak kurmuş, öteki köşesine de çikolata, pasta ve göğüsleri yeni tomurcuklanmış Barbie bebekler koymuş, sonra çocuklara hiç görünmeden pilatese kıçını küçültmeye gitmiş.

Bu gerzek anne çocuklara eziyet çıkarmak için suyu açık bırakmış; evi su basmış, pencereleri de açık bırakmış; yağmur, kar, rüzgar... ne istersen içerde... Ayrıca çocuklar yesin diye bir lokma yemek bırakmamış, çocuklar gerizekalı olmalarına rağmen kastırıp yemek yapmayı öğrenmişler...

Bu çocuklar zamanla büyümüş, başlarının çaresine bakar olmuş... Ama anne dallaması bizzat kendi gelip yavrularını bağrına basmak yerine eve mektup göndermeye başlamış. Ama aralarından bir tanesini seçip ona göndermiş mektubu, hem de normal posta yoluyla falan da değil, birini tutmuş, ona söylemiş o kişi de çocuklardan biri yanlızken onun kulağına söylemiş sonra kimse görmeden gitmiş...

Anneden gelen laf kulaktan kulağa geçmiş, şekilden şekile girmiş... Çocuklar birbirlerine düşmüşler. Anneden gelen iletideki bilgi ile çocukların deneye deneye buldukları bilgiler çatışırmış hep... Bazı çocuklar "bu annemizden geldi" diye annevî mesajlara sarılmışlar hep. Çocuklar arasında hizip büyümüş, evin değişik yerlerinde yaşamaya başlamışlar... Anneden gelen mesajlara sarılan çocuklar kendi bokları içinde yüzmüşler sefil bir hayat yaşamışlar, ötekiler temiz ve düzenli bir hayat yaşamışlar.

Bu anne "ben sizi uyardım ayol!" diye cemkirirmiş bi de... Ağzını yırtarım ben o yellozun...

Dandik tasarım II

Sevgili Allah'ım... Birkaç sualim ve maruzatım olacak, affına sığınarak...

Hani sen bizi kusursuz bir tasarımla yaratmışın ya, ben araştırdım, bir sürü kusur buldum yine... Kusur hafif kalır bunlara; çok ciddi açmazlar hatta paradokslar. Biliyorum sen bizi takmazsın, yanıt felan vermezsin ama ben deneyeyim yine de...

1. Oksijen başımıza bela diye mi yarattın?
Canlıların büyük bir çoğunluğu yaşamak için oksijen almaya mecburdurlar. Ancak vücutlarına aldıkları oksijen onların için zehirlidir; oksijen iyonları, serbest radikaller ve organik/inorganik peroksitler boşta kalan valanslarını doldurmanın gazıyla narin bedenimizde terör estirirler. Protein, lipid ne bulurlarsa saldırırlar. DNA'ya bile zarar verirler... Bu zehirli oksijen formları yüzünden kanser oluruz.

Bu aşırı reaktif oksijen formları aksi gibi bir de işe yararlar... Yani yanlışlıkla oluşanı olduğu gibi bir de hücrede sinyal iletmek için kasten üretilenleri var, bir yandan yaraların iyileşmesinde görev alan zehirli oksijen formları bir yandan kalp krizi ve kanser dahil pek çok soruna yol açar...

Allah'ın sevgili kulları bu yazıyı okurken vücutlarında zehirli oksijen formları oluşuyor ve onlara zarar veriyor... Hatta belki bir tanesi şu an geri dönüşsüz bir zarar aldı...

Peki bu reaktif oksijen formları ile nasıl başa çıkacağız? Antioksidanlar var... Süperoksit dismutaz, hidrojen peroksidaz, katalaz vs. enzimler var... Ama bunlarda %100 başarılı değiller... Askorbik asit (C vitamini) ve tokoferol (E vitamini) gibi moleküller de antioksidan görevi yapıyorlar.

Peki vücudumuzdaki en etkin antioksidan nedir? Sıkı durun... Ürik asit! Fazlası beter eder bunun da... Yine tehlike...

Oksijene karşı kendimizi asla tam olarak koruyamayız, oksijen solumak zorundayız, o da reaktif formlara girmek eğiliminde... Yaşlanmanın en önemli etkenlerinden biri aldığımız nefesteki oksijen... Bu duruma metabolik paradoks diyoruz.

2. Güneş hayır mı, şer mi?
Yaratılışcılar dünya güneşe azıcık yakın olsa Güneş bizi yakar öldürürdü diye dır dır konuşuyorlar...

Ama...

Güneş şimdi de bizi öldürüyor zaten, yakın olmaya gerek yok... Hem de yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara öldürüyor.

Güneşin faydalarını sıralamayacağım, biliyoruz ki dünya üzerindeki hayatın çok büyük bir kısmı güneşe doğrudan bağlıdır. Ama bu Güneş morötesi vs. ışınları ile bizi öldürmek için çabalamasa olmaz mıydı?

Güneş, yaşlanmamızdaki en önemli etkenlerden biridir. Derimizin yaşlanmasında ise en önemli etkendir. UV, iyonlaştırıcı ışımalar vs. Bu güneş Allah ne verdiyse tepemize salarak bizi erken yoldan gebertmeye çalışır durur... Ama bir yandan olmazsa olmaz...

3. Kendi kendimi yedim bitirdim
Allah'ım vücut kendini savunsun diye bağışıklık sistemi yapmışsın, iyi güzel de bu bağışıklık sistemi niye bizi öldürmeye çalışıyor? Canlı kendi içinde neden kendine savaş veriyor?

Romatoid artritden tut şizofreniye kadar bir ton otoimmün hastalık neyin nesi? Madem süper tasarım yaptın, mikropları vs. öldüren sistem koydun içime azıcık özenseydin de hedefi şaşırıp bana saldırmayasaydı ya bu sistem! Hatta o sistemi mecbur kılan mikrobuydu, virüsüydü, poleniydi... tüm bunlar en başta niye yarattın? (Otoimmün hastalıklar vücudun savunma sisteminin vücuda saldırmasıdır, bir ülkenin askerlerinin kendi vatandaşlarını yok etmeye çalışması gibi bir durum.)

Bunlar imtihanın parçası olamaz, bariz dandik bir tasarım var ortada... Ben nasıl kontrol edecem kendi immün sistemimi? Ne imtihanı? Hadi şehvetimizi kontrol ettik; zina etmedik ama immün sistem nasıl kontrol edilir?

Akıl verdik, tedavi bul diyeceksin ama 2008 yılında hala bulamadık... Binlerce nesil, milyarlarca birey ızdırap çekti ve çekmeye devam ediyor... Bu mu senin yapacağın tasarım?

4. Alkol haramsa neden içimize alkol fabrikası kurdun?
İçki içmesek bile kanımızda hep içkide bulunan etil alkolden bir miktar var... Nedeni içimizdeki bakteriler... Bunları çıkarıp atmak mümkün değil, beraber takılmak zorundayız, ama bu çakallar fermentasyon ile alkol üretip duruyorlar...

Alkol içmek haram, o ayrı mevzu da müslümanın alkol üretmesi de yasak değil miydi? Neden dalga geçer gibi içimizde alkol ürettiriyorsun?


Canlılığın akıllı tasarım olduğuna inanan arkadaşlar!
Bu saydıklarım denge durumlarını ifade etmiyorlar, aksine paradoks durumlar... İnsanların bunlarla baş etmesi çok güç. Belki ileri de metabolizmamıza müdahale edip daha etkin çalışması için değişiklikler yapacağız ama şimdilik iki arada bir derede elimizde iki ucu boklu değneklerle yaşamak zorundayız.

Lafı uzatmamak için uzun uzun hastalıkları, oksijenin ve güneşin zararlarını vs. yazmıyorum. Laf yetiştirmeden önce kaynakları okuyup anlamaya çalışın. Metabolik paradoks lafını da ben uydurmadım. Şimdilik dört tane yazıyorum, bunlara süper yanıtlar verirseniz daha da yazarım... Şimdilik bunları bir açıklayın bakalım...

Saygılar, sevgiler
Bilgehan


Kaynaklar
1. madde
http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/7035210?dopt=Abstract
http://en.wikipedia.org/wiki/Antioxidant
http://en.wikipedia.org/wiki/Oxidative_stress
http://en.wikipedia.org/wiki/Reactive_oxygen_species

2. madde
http://www.nlm.nih.gov/medlineplus/skinaging.html
http://www.skincarephysicians.com/agingski...basicfacts.html
http://dermatology.about.com/cs/beauty/a/suneffect.htm

3. madde
http://en.wikipedia.org/wiki/Autoimmune_disease

4. madde
http://en.wikipedia.org/wiki/Alcohol#Endogenous

"Bilmiyorlar, o halde Allah var"

Mefenamik asit diye bir ilaç var; nonsteroid anti-enflamatuar bir ağrı kesici... Diş ağrıları ve adet sancıları için yaygın olarak kullanılar bir ilaç. Meşhur Ponstan...

Mefenamik asidin enflamasyonu nasıl giderdiği ve rahimdeki kasılmaları nasıl azalttığı bilinmiyor, yani mekanizması henüz açıklanmış değil, fakat prostaglandin sentezini inhibe ederek (engelleyerek) etki gösterdiği düşünülüyor.

Bu Ponstan çok yaygın, çok işimize yarıyor... Ama nasıl çalıştığını bilmiyoruz.

Şimdi soruyorum size mefenamik asidin etki mekanizması Allah'ın bir hikmeti midir? Bu mekanizmayı Allah mı yönetir? Allah bu ilacın vücudumuzda etki yapması için bizzat müdahalede mi bulunur?

Tabi ki hayır... Bir biyokimyasal etkileşim söz konusu ancak şu ana kadar ne olduğunu açıklayabilmiş değiliz. Ama açıklayamasak da kullanmaya devam edeceğiz, zira mekanizmasını bilmesek de etkilerini biliyoruz.

Burada vurgulamak istediğim konu şudur; bilmediğimiz şeylerin ardında Tanrı aramak saçmalıktır. Bilimin her boşluğuna Tanrı'yı (ya da tanrıları) sokuşturmak akıllıca bir iş değildir.

Üniversitedeyken gerek kendi alanımla ilgili, gerek biraz gelir elde etmek için çevirdiğim çok sayıda makaleyi okurken en sevdiğim, en heyecan duyduğum bölümleri "remains unclear", "controversy exists that..." kısımlarıydı, Yani bilinmeyen ve tartışmalı olan kısımlar... Bilimin en sıcak konularıdır bunlar, cephenin ön saflarıdır bunlar...

Bilim dünyasında bilmediğimiz şeylerden nefret etmiyoruz, bilinmeyen şeyler daha cazip. Hiçbir bilim adamı nedeni bilinmeyen oluşlar hakkında 'bunların ardında Tanrı var' diye düşünmez. Bilinmeyen konulara getirilecek açıklamaların nasıl açılımlar yapacağını düşünür. Bu arada bilgisi dahilinde tahminler yürütür. Bazen bu tahminler doğru çıkar, bazen yanlış... Tahmini yanlış çıktığında bilime küsmez, doğru açıklamayı getiren bilimadamlarını karalamaya kalkmaz. Tabi kendi tahminini savunmak için gerekçelerini öne sürer, bir tahminin doğrulanması binlerce bilimadamının onayı ile olur.

Bilim değişmez tek bir mutlak doğrunun peşinde değildir, dinler gibi söyleminin ardında durmak için çarpıtmalar yapmak zorunda kalmaz. Yanlışlara da saygı duyulur, eksik açıklamalara da... Bilim dünyasında kabul görmeyecek, tutunamayacak şeyler çarpıtmalar ve dayatmalardır.

Bilimin kıymetini anlamak için insanlığın nereden nereye geldiğine bakmak gerek... Bilim bize neler sağladı? Yüz yıl önce ne kadar bilgimiz vardı, şimdi ne biliyoruz... Yüz yıl öncesinin en ateşli konuları, "cutting edge" bilimi günümüzde ilköğretim kitaplarına girdi, artık çocuklara öğretiyoruz.

Bu konuda kişisel bir örnek vereyim; ben gitar çalışıyorum, bazen ağır çalışmalarda bıkkınlık geliyor. O zamanlarda biraz eskilere dönüp örneğin 3 yıl önce çalışıp o dönemde ağır gelen parçaları çalıyorum, çocuk oyuncağı gibi geliyor. Çalışmaya devam edersem şimdiki egzersizlerim de bir süre sonra kolay gelecek deyip moral buluyorum.

Bilim konusunda da böyle düşünmenizi salık veririm; şu an bilemediklerimizi bizim çocuklarımız ilkokul çağında öğrenecekler. Burada önemli nokta bıkmamak, yılmamaktır. Yöntem doğrudur ve meyvelerini vermiştir. Bilimin yanıt veremediği sorular karşısında "bak işte yanıt veremediler, o halde Allah var; bırakın bu işleri Allah'a yönelin" demek yapılabilecek en büyük hatadır.

Saygılar, sevgiler
Bilgehan

İnsan dediğiniz nedir?

Sizce insan nedir? İnsanı özel kılan nedir?

Aklı mı? Konuşuyor olması mı? İki ayak üzerinde yürüyor olması mı? 5 adet aquaporin kopyası taşıyor oması mı?

Akıldan başlayalım; eğer insanı insan yapan aklı ise zeka özürlüler insan değil mi? Hepimiz bebek yaşlarımızda bir hayli 'gerizekalı'ydık. İnsanlar büyüyüp akılları başlarına gelince mi insan sayılıyorlar?

Konuşma konusuna gelelim, konuşamayan insanlar var... Konuşamayan insan değil midir?

2 ayak üzerinde yürüyemeyen yetişkinler var; Türkiye'de yaşayan bir ailenin durumunu okuyun önce...
http://www.physorg.com/news11499.html
http://news.softpedia.com/news/Backward-ev...urs-19343.shtml

Şimdi bu insanlar 'insan' değil mi?

Ayrıca bazısı bir kaza ile, bazısı genetik bir rahatsızlık ile iki ayak üzerinde yürüme yetisini kaybedenler var... Ayrıca emeklediğiniz günleri de unutmayın! Herkes hayatının bir dönemini 4 ekstremite üzerinde geçiriyor.

Sizce insan nedir? Zeka özürlülere insan hakkı vermeyelim mi?

Ayrıca insan bir yavrusu zekasında insansımaymunlar var. Yani konuşamasalar da konuşma ve/veya işitme engelli insanların kullandığı işaret dilini öğrenip insanlarla ve birbirleri ile çok güzel iletişebiliyorlar.

4 yaşında bir çocuk düşünün... Zekası tam gelişmemiştir, ama o çocuğa hala insan deriz. Peki aynı becerilerdeki bir kuzenimize neden insan demiyoruz?

Doğadan kurdu aldık ve davranışı farklı bir hayvan olan köpeğe çevirdik, aynı şeyi şempanzelere yapsak; en zeki olanları seçerek ıslah çalışmasına gitsek daha zeki şempanzeler 'yaratamaz mıyız?'

Eğer duymadıysanız şimdi öğrenmiş olun; İspanya parlamentosu insansımaymunlara insan hakları verdi!
http://www.guardian.co.uk/world/2008/jun/2...ed=networkfront

İnsanı canlılar arasında 'mübarek' bir yere koyanlar genelde insanın akıllı olduğundan dem vururlar... E o halde daha akıllı olana daha insandır, yoksa bu konuda bir eşik değer mi belirlediniz? Belli bir seviyeyi aşan mı insan oluyor?

Üstün zekalı insanlar var, eğer siz normal zekalı iseniz o insanları kendinize göre daha mı üstün sayıyorsunuz? Eğer insan olma kıstasını zeka ise onlar ve siz aynı tanıma nasıl girebilirsiniz!

Bu durumda insan hakları ne oluyor... Delta alalım... Bir dahi ile normal insan arasındaki farkı düşünün, bir de normal insan ile bonobo arasındaki farkı...

Şimdi dahiler sizi insan sayıp, adam yerine koyup ona göre davranıyorsa sizin de bonobolara insan gibi davranmanız gerekmez mi?

Bir şempanze ile fizyolojimiz o kadar benzer ki birimiz Intel Quad Core, diğerimiz Dual Core işlemci gibiyiz. Neredeyse herşeyimiz aynı, ama size göre onlar hayvan, biz insanız!

Sorumu tekrarlıyorum; insan dediğiniz nedir?

Saygılar, sevgiler
Bilgehan