28 Ekim 2009 Çarşamba

Kutsal Kitap'a göre yerler, gökler ve canlılık


Dünya üzerinde en yaygın din hrıstiyanlık... Farklı farklı mezhepleri olsa da tüm hrıstiyanların inandığı Eski Ahit (Tevrat) ve Yeni Ahit'ten (İncil) oluşan tek bir kitap var. Bu kitabın Eski Ahit kısmına yahudiler de inanıyor. Tabi Eski Ahit demiyorlar, Tanah diyorlar.

Bu kadar çok insanın inandığı kitabın Eski Ahit (Tevrat) kısmından Yaratılış (Genesis) kısmına bir göz atalım... Bu kısım tanrının yaratışını aşama aşama anlatır.

1. Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı.

Bu ayette "yer ve gök" ayrımı ile karşılaşıyoruz. Kutsal Kitap'a göre yer ve gök ayrı ayrı yaratılan objeler. Oysa ki gözlemlerimiz yer diye bildiğimiz Dünya gezegeninin de bir gök cismi olduğu yönünde... Dünya çok büyük bir evrenin içinde toz zerresi bile sayılamayacak küçüklükte bir cisim; evrenin minicik bir parçası... Üstelik dünya evrenin formasyonundan 9 milyar yıl sonra oluşmuş.

2. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı'nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu.

Bu ayetteki ilk kısım kısmen doğru kabul edilebilir. Zira Dünya oluştuğunda yüzeyi tıpkı şimdi alt tabakalarının olduğu gibi sıcaktı. Üst tabakanın soğuması katı bir yer kabuğunun oluşmasını sağladı. Bu tabaka oldukça incedir ve yekpare değildir. Pekçok kırığı, çatlağı vardır; parça, parçadır. Bu parçalar sıcak ve akışkan bir tabaka üzerinde yüzerler. İşte bu tabakaların hareketleri -ve tabi daha sonra ortaya çıkacak meterolojik olaylar- yeryüzünün şekillenmesinde en önemli rolü oynadı.
Ancak... Yeryüzü engin karanlıklarla kaplı değildi... Zira evrende çok sayıda yıldız vardı, ayrıca çok yakınımızda parlayan bir yıldız vardı... Biz o yıldıza Güneş adını verdik...
"Tanrı'nın ruhunun suların üzerinde dalgalanması" ise imkansız, zira yeryüzü şekillerinin oluşmadığı ilk dönemde dünyada yüzeyde birikmiş su yoktu. Bir tanrı varsa, bu tanrının da bir ruhu varsa bile dünyada su yoktu...

3. Tanrı, ‹‹Işık olsun›› diye buyurdu ve ışık oldu.

Daha önce dediğim gibi... Işık, dünya oluşmadan önce vardı.

4. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı.

Işık ve karanlık iki ayrı varlık değildir. Karanlık ışığın olmaması durumudur. Işık biz insanların elektromanyetik spektrumun dar bir alanına verdiğimiz addır. Bizim için ışık olarak göremediğimiz, bizim dünyamızı aydınlatmayan morötesi radyasyonu böcekler görebilir. Işık tek başına çok kifayetsiz bir kavramıdır. Gözlerimizdeki fotoreseptörlerin algılayabildiği dalga boyundaki fotonlara ışık diyoruz ama tüm spektrum bundan ibaret değil. Kızılötesi ışıkla ışıl ışıl parlayan bir ortam bizim için karanlıktır.

5. Işığa ‹‹Gündüz››, karanlığa ‹‹Gece›› adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu.

Dünya geneli için "gün" diye bir kavram yoktur... Dünya'nın bir tarafı gece iken diğer tarafı gündüzdür.

Kutsal Kitabın yazıldığı dönemlerde bu bilinmiyordu... Yani dünyanın heryeri aynı anda aydınlanır, aynı anda karanlığa bürünür, güneş her yerde aynı anda doğar ve batar sanılıyordu. İnsanların çoğu dünyanın yuvarlak olduğunu bile farkedememişlerdi.

6. Tanrı, ‹‹Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın›› diye buyurdu.
7. Ve öyle oldu. Tanrı gökkubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı.
8. Kubbeye ‹‹Gök›› adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu.

9. Tanrı, ‹‹Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru toprak görünsün›› diye buyurdu ve öyle oldu.
10. Kuru alana ‹‹Kara››, toplanan sulara ‹‹Deniz›› adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.

Bu sahneyi gözünüzde şöyle canlandırabilirsiniz;
Üst kısmı düz bir kaya düşünün...
Bu kaya suyun içinde bulunuyor.
Daha sonra bu kayanın üst yüzeyinde bir hava kabarcığı oluşuyor ve büyüyor, buna gök deniyor.
Kaya yarım küre şeklinde bir kubbenin altında kalıyor.
Bu kubbenin dışında yine su var. Kayanın altı ve etrafı da su ile kaplı...

Bu anlatıma göre denizlerde açılır ve kubbenin kapattığı alanın sınırına gelirseniz denizlerin ve göksel suların (gökkubbenin üstünde kalan suların) birleştiği noktaya ulaşırsınız.

Kutsal kitabın yer ve göğe bakışı böyle... Sizce bu doğanın gerçeği ile ne kadar örtüşüyor?

11. Tanrı, ‹‹Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin›› diye buyurdu ve öyle oldu.
12. Yeryüzü bitkiler, türüne göre tohum veren otlar, tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları yetiştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
13. Akşam oldu, sabah oldu ve üçüncü gün oluştu.

Burada ilk defa canlılardan bahsediyor... Kutsal Kitaba göre ilk canlılar karada oluşan "tohumlu bitkiler"... Yani Spermatophyta...

Oysa ki bilimsel bulgularımız bu yönde değil... Karada tohumlu bitkilerden önce TOHUMSUZ bitkiler vardı. Bryophyta yani tohumsuz, non-vasküler bitkiler Spermatophyta'dan daha önce vardı. Zaten onların da öncesinde YEŞİL ALGLER vardı.

Geriye doğru gidersek canlılığın karada değil denizlerde başladığını görürüz.

Kutsal Kitap çok fena halde yanılıyor.

14-15. Tanrı şöyle buyurdu: ‹‹Gökkubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin.›› Ve öyle oldu.
16. Tanrı büyüğü gündüze, küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı.
17-18. Yeryüzünü aydınlatmak, gündüze ve geceye egemen olmak, ışığı karanlıktan ayırmak için onları gökkubbeye yerleştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.


Burada yine dönemin cehalleti ayyuka çıkıyor. İki büyük ışık dediği Güneş ve Ay... Güneş'in bir yıldız olduğundan haberi yok. Ay'ın ise "ışık" olduğunu sanıyor. Üstelik bunları GÖKKUBBEDE sanıyor. Bir kaç ayet önce (6-10. ayetler) gökkubbeyi nasıl tasfir ettiğini hatırlayın. Kutsal Kitabın yazarı gökcisimlerini bir kubbe içinde sanıyor. Evrenin büyüklüğünden haberi yok.


19. Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu.
20. Tanrı, ‹‹Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üzerinde, gökte kuşlar uçuşsun›› diye buyurdu.
21. Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü.
22. Tanrı, ‹‹Verimli olun, çoğalın, denizleri doldurun, yeryüzünde kuşlar çoğalsın›› diyerek onları kutsadı.
23. Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu. 24 Tanrı, ‹‹Yeryüzü çeşit çeşit canlı yaratık, evcil ve yabanıl hayvan, sürüngen türetsin›› diye buyurdu. Ve öyle oldu.
25. Tanrı çeşit çeşit yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. (kara hayvanlarını da kapsıyor.)

Burada da canlıları oluşum dönemleri konusunda fahiş hatalar var. Neresinden tutsanız elinizde kalıyor...

Deniz canlıları, kuşlar, sürüngenler, kara hayvanları birbirine karışmış...

En komik ifade ise "EVCİL HAYVANLARI yarattı" demesi... Kutsal Kitabın yazarı hayvanları bizim evcilleştirdiğimizi bilmiyor.

26. Tanrı, ‹‹İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım›› dedi, ‹‹Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.››
27. Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.
28. Onları kutsayarak, ‹‹Verimli olun, çoğalın›› dedi, ‹‹Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.
29. İşte yeryüzünde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak.
30. Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere -soluk alıp veren bütün hayvanlara- yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.›› Ve öyle oldu.

Kutsal Kitaba göre insanlar Tanrı'nın suretinden yaratılmışlardır; şeklen tanrıya benzerler. Peki insan şeklen Tanrı'ya benziyorsa şempanze, orangutan, goril, maymun nedir?

Bu ayetler Kutsal Kitabın yazıldığı dönemdeki antroposentrik (insanı merkeze koyan) düşünceyi tam olarak yansıtıyor. İnsan için evrenin ortasında bir dünya yaratılmış, onun çevresine Güneş, ay ve yıldızlar konulmuş, dünya üzerinde bitki ve hayvanlar yaratılmış ve insan bunlara PATRON olarak dünyaya konmuş.

31 Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu.

"...her şeyin çok iyi olduğunu gördü." En komik bir o kadar da acı kısım bu... Her şeyin çok iyi olduğunu gördü... Burada yorumu size bırakıyorum.

----

Milyarlarca insanın inandığı kitapdaki fahiş hataları gördük. Genesis'in devamını okursanız vahim hatalarla dolu olduğunu görürsünüz. İnsanlar, işte böyle hatalar içeren bir kitaptan "ahlak dersleri" çıkarmaya, hayatlarını bu kitaba göre yaşamaya çalışıyorlar. Bazıları "birebir yazıldığı gibi değil, anlatılanlar mecazi" diyorlar. Bazıları "Tanrı ne diyorsa birebir doğrudur" diyorlar.

İnsan doğanın bir parçası... Ahlak, insanın davranışlarını inceler ve insan davranışları insanın doğasından kaynaklanır.

Evrenin, Güneş sisteminin, Dünya'nın ve canlılığın formasyonu hakkında bu kadar vahim hatalar yapan bir kitap doğanın bir parçası olan ahlak konusunda hiç hata yapmıyor mudur? Sizce bu kitap güvenilir bir kaynak mıdır?

Sevgiler,
Bilgehan

15 Ekim 2009 Perşembe

Hamdolsun verdiğin nimete, sağlık ve afiyete...

Hamdolsun verdiğin nimete...

Daha ilkokul çağlarındayken öğrendiğimiz ama yorumlamaktan aciz kaldığımız bir gerçek var; insanlar yiyeceklerini kendileri yetiştirmeye yani tarım faaliyetine bundan 10.000 yıl önce başladılar. Daha önce avcı-toplayıcıydılar. Yani doğada kendi kendine biten bitkileri toplarlardı, kendi kendine üreyen ve yetişen hayvanları avlarlardı.

Bugün yediğimiz bitkilerin, hayvanların ve mantarların neredeyse tamamı bizim yapay seçim yolu ile evcil hale getirdiğimizi, ehlileştirdiğimiz türlerdir. Eğer insan yerleşiminden uzak, yaban hayatının hakim olduğu bir bölgeye giderseniz orada yiyecek bulmakta büyük güçlük çektiğinizi görürsünüz. İçecek temiz su bulmak bile zordur. Yabanda bizim alışkın olduğumuz ıslah edilmiş bitkiler, çiftlik hayvanları yoktur.

Yerleşim alanlarımız içinde bile besin olarak tükettiğimiz türlerin ataları olan yabani türleri görebilirsiniz. Örneğin Anadolu'da bir yol kenarında yabani buğday türlerini görebilirsiniz. Daha çelimsizdir, taneleri çok küçüktür, ama ıslah edilmiş buğday gibi insan bakımına muhtaç değildir. Benzer şekilde yabani bir elma ya da armut tatsız ve serttir. Yabani muzun çekirdekleri vardır.

Islah ettiğimizi türlere birkaç örnek vereyim,

Buğday; 10.000 yıl kadar önce Anadolu'da ıslah edildi ve tarımı yapılmaya başlandı. Bundan önce sadece vahşi türler vardı, bu türlerin en dolgunları nesiller boyu seçilerek yeterli dolgunluktaki taneler elde edildi.

Patates; 10.000 yıl kadar önce Şili Takımadalarında ıslah edildi ve tarımına başlandı. Avrupa'nın patatesle tanışması ise 1536 yılında oldu.

İnek; Neolitik dönemde (başlangıcı MÖ 9500) ıslah edilip çiftlik hayvanı olarak kullanılmaya başlandı. Bugün dünyada 1.3 milyar kadar büyük baş hayvan bizim kontrolümüz altında çiftliklerde yaşarlar. En iyi et verimi, en iyi süt verimi bakımından seçerek gereksinimlerimize göre nesilden nesile şekillendirdiğimiz bir canlıdır inek... Vahşi atalarına ve bugün yaşayan vahşi kuzenlerine göre çok farklıdır, bakımıza muhtaçtır.

Tavuk; 10.000 yıl kadar önce Vietnam'da evcilleştirilmiştir. 2003 yılında dünyada 23 milyar tavuk yaşamaktaydı. Bugün bu rakam sanıyorum çok daha büyüktür.

Teker teker tüm evcil türleri, ıslah edilmiş türleri yazmayacağım. Ana fikir bellidir; insanlar bundan 10.000 yıl önce Dünya'nın çeşitli yerlerinde kendi bilgi birikimleriyle deneyerek ve iyisini seçerek kendi nimetlerini kendileri yetiştirmeye başlamışlardır. Bundan önce yaşam daha çetindir, daha belirsizdir. Tarıma geçilmesi insanoğlunun en önemli dönüm noktalarından biridir. Tarımla birlikte yıldızlar artık göç eden, avlanan kabilelere yol göstermekle kalmamış takvimlerin de oluşturulmasında kullanılmıştır. Neolitik dönemin (Taş Devrinin son dönemi) insanları her ne kadar tarım konusunda büyük bir atılım yapmış olsalar da Güneş, Ay ve yıldızların ne olduklarını anlayamamışlardı. Güneş'in canlılık verdiğini anlamışlar ve büyük bir saygı duymuşlardı, yıldızları gökte sabit ışıklar, yol göstericiler olarak kutsallaştırmışlardı. O dönemde tarımla birlikte artan yerleşik yaşam, büyüyen insan toplulukları ve insanlar arası etkileşim organize göksel dinlerin de köklerinin atılmasını sağladı.

Ancak günümüze geldiğimizde bu organize dinlerin kökenlerinin unutulduğu gibi tarım öncesi yaşamın koşulları ve tarıma nasıl başlandığı unutuldu. Nimet gökten gelir sanıldı. Zamanla tek bir varlığa indirgenen ve herşeyin yaratıcısı kabul edilen bir tanrının bu nimetleri verdiği fikri baskın çıktı. Oysa ki nimeti veren Tanrı değildi, insan deneyerek kendi elde etmişti nimetleri.

İnsan son yüzyıl içinde bir atılım daha yaptı ve tarımı geleneksel halinde çıkarıp bilimsel bulgularını tarım alanında uyguladı. Önce tarımda makine kullanmaya başlayıp verimi arttırdı, sonra yapay gübrelerle (örneğin; azotlu gübreler) kullanımı ile verimi üst seviyeye çıkardı. Genetik müdahalelerle daha dayanıklı tarımsal bitkiler elde etmemiz mümkün oldu.

Kısaca nimeti tanrı vermedi, biz çabalayıp kendimiz aldık. Ama o aklı veren Tanrı'dır diyenler yazıyı sonuna kadar okusunlar. Yanıtı aşağıda.


Hamdolsun verdiğin sağlığa....

Bir kaç ay önce bir grafik hazırlayıp foruma eklemiştim. Dilerseniz önce o grafiği bir inceleyin.
Bundan 100 yıl önce insanlar için ortalama ömür beklentisi 35 yıl kadardı. Bugün bu değer gelişmiş ülkelerde 83 yıla kadar çıktı.

Gerek virüsler, bakteriler, mantarlar ve zooparazitler gerekse genetik bozukluklar ve embriyolojik süreçteki aksaklıklar yüzünden pekçok hastalığa yakalanıyoruz, hatta bu hastalıklar ile doğuyoruz. Son yüzyıl içerisinde hastalıklarla savaşımızda çok büyük ilerlemeler kaydettik. Bu ilerlemelerin tamamı bilimsel çalışmalar ile sağlandı. Gökten tedavi inmedi.

1300'lü yıllarda yaşanan Büyük Veba Salgınını düşünün. Avrupa nüfusunun neredeyse yarısını öldüren dehşet verici bir olay. O dönemde bu hastalıkla savaşacak hiçbir silahımız yoktu. Ölümden kaçış yoktu.

1918'de yaşanan Grip salgınında 20 ila 100 milyon insanın öldüğü tahmin ediliyor. O dönemdeki Dünya nüfusuna oranlarsanız bu muaazam bir rakam.

Daha bunun gibi pek çok salgın yaşadı insanlık... Hepsini yazmam mümkün değil. Wikipedia'daki listeyi inceleyin.

http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_epidemics

Özetle, sağlık Tanrı'dan gelmiyor... Sağlık konusundaki ilerlemeleri bilimsel alanda çalışarak bir sağladık.

Hamdolsun verdiğin afiyete...

Günümüzde her 3.6 saniyede bir kişi açlıktan ölmektedir. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre halk sağlığına en büyük tehdit açlıktır. 2006 yılında 62 milyon kişi açlıktan ölmüştür. Dünya'daki açlık gerçeği ürkütücüdür. Afiyet veren bir tanrı yoktur. İnsanlar yardımlaşmak zorundadırlar. Kendileri afiyetle yerken aç insanları düşünmeyip, yarattığı her kulun rızkını veren bir tanrı olduğunu sanan ve kendilerini bununla teselli edenlerin insanlıkla alakaları yoktur.

Tıpkı bunda binlerce yıl önceki atalarımız gibi bugün fakir bölgelerde açlıkla savaşan insanların akıllarını kullanmaları içinde bulundukları zor durumdan kurtulmalarını sağlamaz.

Bilgi nesilden nesile birikir ve işe yarar hale gelir. Her nesilde taş üstüne taş koyulur. Bundan 10.000 yıl önce tarıma geçen atalarımız kendilerinden önceki nesillerin birikimlerini kullandılar.Kimse kendi kendine bir anda icat yapıp dertlerinden kurtulmadı.

---

Tanrı insana akıl verdi, bu gelişmeler bu sayede oldu diyen vicdansızlara yanıtım şudur; bundan 15.000 yıl önce avcı-toplayıcı yaşayan atalarımızda tıpkı bizim gibi insandı. Ancak onların doğurdukları her iki bebekten biri öldü. Onların çok çetin bir hayatı oldu, 20-25 yaşına kadar zor yaşadılar. 10.000 yıl önce tarıma geçince de tüm sorunlar bir anda çözülmedi. Hala da çözülmüş değil... Bugün Dünya'nın çeşitli yerlerinde sizin yaşadığınız rahat içinde yaşayamayanlar var. Onların bu noktadan sonra akıllarını kullanmaları da pek fayda etmiyor. Kuraklıkla, hastalıkla savaşarak geçiyor ömürler. Çoğunun ömrü kısacık oluyor.

---

Uzun lafın kısası "hamdolsun verdiğin nimete, sağlık ve afiyete..." diyeceğimiz Tanrı değil insanoğlunun birikimidir. Bu birikim bilimsel yöntem ile üst düzeye çıkmış sorunlarımıza sonuç veren çözümler üretmiştir.

Kuru kuruya "hamdolsun" demek yetmez... Bilgiyi, bilimi, bilimsel yöntemi ve bilimadamını el üstünde tutmak gerek.


Saygılar, sevgiler
Bilgehan

İnsan Zekasının Evrimi, İletişim, Kültür ve Flynn Etkisi

İnsanın zekası ve uygarlığın bu noktaya gelmesinde iletişimin rolü üzerine birkaç ay önce bir yazı yazmıştım. Bazı noktaları biraz daha genişletip sizinle paylaşmak istedim. Uzunca bir yazı, ayrıca verdiğim bağlantıları da büyük ölçüde takip etmeniz gerekli, bağlantılardaki anlatılanları anlamadan yazı havada kalabilir. Ayrıca bu yazı bazıları için aşırı saldırgan gelebilir; eğer bilimsel düşünceden uzak biriyseniz bu yazının devamını okumayın!


Zekanın Kaynağı: Sinir Sistemi

İnsan zekası; çözümleyici/indirgeyici yöntemlerle problem çözme yeteneği, kavramlarla düşünebilme yeteneği pek çok kişi tarafından bir hayatta kalma stratejisinin ötesinde, tanrısal bir armağan olarak kabul edilir.

Peki, insan zeka kapasitesi olarak diğer hayvanlardan ne kadar farklıdır? Uygarlığın yükselmesi insan zekasına mı yoksa zeka yanında başka etkenlere mi bağlıdır?

Bu noktada Jashua Klein'in kargalar üzerinde yaptığı bir araştırma üzerine TED buluşmasında yaptığı konuşmayı izlemenizi tavsiye ederim [1]. Kargalar gibi pekçok hayvan değişen şartları gözlemleyip yeni stratejiler gelişterebiliyorlar. Karmaşık mekanik problemler çözebilen papağanlar var. Yunusların, orkaların, balinaların ve maymunların da zekaları azımsanmayacak seviyede. Zekanın tanrısal bir armağan olduğunu düşünenler bizden başka diğer hayvanlara da bu armağanın belli miktarlarda verilmiş olduğunu kabul etmeliler.

Modern bilim zekanın tanrısal bir armağan olmadığını gösteriyor. Zekanın kaynağını artık biliyoruz.

Karar Verme Mekanizmaları
İnsan zekası gelişmiş karar verme yetisine dayanır. İnsan beynini anlayabilmek için önce çok basit bir karar verme sistemini düşünelim.

Motil (hareketli) tek hücreliler hücre zarlarındaki proteinler sayesinde içinde bulundukları ortamın kimyasal analizini yaparlar. Yüzey proteinlerinde gelen sinyaller ile başlatılan hareket tek hücreli canlıyı besine yönlendirir, zararlı maddelerden uzaklaştırır.

Bu sistem tıpkı elinizi uzatınca kapanmayan asansör kapısındaki gibi ya da hareket eden bir canlı görünce ışıkları yakan güvenlik sistemindeki gibi çalışır. Karmaşık bir yorumlama işlemi yoktur, sistemin tepki vermesi için bir birikime, bir tecrübeye gereksinimi yoktur, her tepki anlık olarak ortaya koyulur.

Çok hücreli canlılarda ise bazı hücreler ışığa, bazıları kimyasallara duyarlıdır, bunlardan gelen sinyalleri ileten hücreler vardır, ve basit canlılarda bu hücreler vücudun değişik yerlerinde düğümler, yani birbiri ile bağlantılı hücre kümeleri yaparlar. Basit canlılarda duyulara tepki dolaysızdır. Besine yönelme gibi tepkiler kimyasal uyaranların dolaysız etkileridir.

Sinir sisteminde daha ileri bir basamak sürüngenlerde görülür. Sürüngenlerde kafa kısmında korunan organize sinir hücreleri görülür. Bu sinir hücreleri bir ağ oluştururlar ve yine aç/kapa sistemi ile belli uyaranlara belli tepkiler üretirler.

Bizim beynimizde ise ilave bir katman daha vardır, aslında bu katma reptillerde de var, ama biz de çok daha gelişmiş. Beynin kabuk kısmı beynin alttaki kısımlarında oluşan durumları kaydeder. Bizim beynimiz sadece anlık bir karar verme mekanizması değildir, beynimizin kabuk kısmı beyinde oluşan her türlü durumu kaydedetme görevini üstlenir. Başka bir deyişle bir tecrübe biriktiriz ve bu sayede zekiyiz.

Bir böcek hareketlerini aldığı anlık kararla yönlendirir (asansörün elinizi uzatınca kapanmayan kapısı gibi), oysaki biz uyaranları kaydeder ve benzer uyaran geldiğinde önceki kayıtlarla kıyaslarız. Bu sayede daha karmaşık işlerin üstesinden geliriz. Bizim kararlarımız anlık değildir, geçmişi idrak edebildiğimiz için geleceği de daha iyi düşünebiliriz. Biz soğuk bir kış gününde caddede yürürken burnumuza gelen kokunun salep kokusu olduğunu ve muhtemelen bir pastanenin önünden geçtiğimizi tecrübelerimize dayanarak biliriz. Zira daha önce benzer bir durumu yaşamışızdır, sinir sistemimizde benzer bir uyaran seti oluşumuştur ve beynimizin üst katmanına kayıt edilmiştir. Biz uyaranları yorumlar, gruplar, ilişiklendirir ve kaydederiz; benzer uyaran oluştuğunda ilişkili tüm kayıtları bilincimize çağırabiliriz.

Tabi ki bizim de reflekslerimiz var; yani düşünmeden yaptığımız beynimizin alt tabakalarından yönlendirilen davranışlarımız var. Nefes almak, dengemiz sağlamak, vücut sıcaklığını kontrol etmek, yutkunmak gibi daha nice reflekslerimiz var. Fizyolojimizin çoğu bizim irademiz dışında gerçekleşiyor ve bizim müdahale yetimiz çok kısıtlı.

Ancak insandaki zeka pırıltısının kaynağı bu ilkel refleksler değil, zeka beynin üst katmanı olan neokorteksden kaynaklanıyor. Daha önce bahsettiğim gibi bu katman tecrübelerimiz kaydeden katmandır.

İnsanı İnsan Yapan Kültürdür
Konuya başka diğer açıdan yaklaşalım ve insani tecrübelerimiz olmadan davranışlarımız nasıl olurdu ona bakalım; hayvanlar tarafından büyütülen çocuk hikayesini ele alalım.

Türk mitolojisinden Bozkurt Destanı'nı düşünün, kurt tarafından büyütülen bir çocuk... Benzer şekilde Roma mitolojisinde geçen Roma'nın kurucuları Romulus ve Remus da kurttan doğmuşlar ve kurt tarafından büyütülmüşler. İslam yazınından Hay Bin Yekzan'ı düşünün, bir adada insanlardan uzak büyüyen bir çocuk... Ve Amerikan yazınından Tarzan örneklerini düşünün... [2] [3] [4] [5]

Acaba bir insan, hayvanlar tarafından büyütülürse ya da insanlardan izole bir şekilde büyürse, yani insan kültürüne maruz kalmadan büyürse insan düşünüşü ve davranışı sergiler mi? Yani bu hikayelerin az da olsa gerçeklik payı var mı?

2007 yılı Aralık ayı tarihli şu habere bir bakalım [6]. Rusya'da bulunan ve kurtlar tarafından yetiştirildiği düşünülen çocuk hakkında yapılan gözlem şu; "Tipik kurt davranışına ve alışkanlıklarına sahip". Ayrıca çocuğun zeki göründüğü ancak konuşamadığı da belirtiliyor.

Alkolik ailesi tarafından aşırı derecede ihmal edilen ve köpekler tarafından büyütülen Oxana Malaya'nın hikayesi [7] ve 13 yıl boyunca ailesi tarafından tecrit edilen ve sosyal hayattan uzak bir şekilde büyüyen Genie Wiley'in hikayesi de çok acıdır [8]. Genie hakkında bir kitap ve bir belgesel film de var [9][10].

1800 yılında Fransa'da ormanda avcılar tarafından bulunan Victor, vahşi çocuklar konusunda bilimsel literatüre geçen ilk vaka. Victor'un hikayesini bu kitaptan [11] okuyabilirsiniz.

Son iki paragrafta verdiğim kaynaklara mutlaka bir göz atın. Bu zavallı çocukların acı deneyimleri insanların "insanlar arasında" yetiştiklerinde "insan" davranışı gösterdiklerini, eğer insanlardan izole bir şekilde yetişirlerse insan gibi davranmadıklarını açık bir şekilde kanıtlıyor.

Bu çocukların ortak noktaları konuşamamaları ve insan davranışı sergilememeleridir. Yani hayvanlar tarafından yetiştirilen çocuklar insan gibi değil hayvan gibi davranmaktadırlar. Sosyal hayattan tamamen izole bir şekilde büyütülen büyütülen çocuklar da normal insan davranışları göstermemekte ve konuşma güçlüğü çekmektedirler. Çocukluk yaşlarında bir dilin sözdizimini öğrenemeyen bir birey büyüdüğünde sadece tek tek sözcükler ile konuşabilmekte, sözdizim kurallarını öğrenememektedir.

Bu örnekler insan davranışının genlerinde kodlanmış olmadığını, yada "ruhuna" işlenmiş olmadığını açık şekilde kanıtlıyor. Davranışlarımızı sosyal etkileşimlerden ediniyoruz.

Bu bilgiler ışığında insanın "İslam fıtratı" üzerine yaratıldığı iddiasının yalan olduğunu net bir şekilde söyleyebiliriz. İnsan nasıl yetiştiriliyorsa öyle oluyor. Belli ölçüde içgüdüleri ve refleksleri var ama insanları birbirinden ayıran en önemli özellik çevresel faktörler oluyor. Kaynakları kısmında 8 numaralı bağlantıyı inceleyin, Genie'nin beyni normal bir insan beyni gibi gelişememiş.

Sinir Sisteminin Birikimleri ve Algılarımız

Davranışlarımızı etkileyen karar verme mekanizmalarımızın birikime dayalı olarak çalıştığını gördük. Acaba görme, duyma gibi algılarımız da böyle midir? Fizyolojik olarak bir görme kusuru olmayan bir bebeğin gözlerini kapatır, yetişkin olduğunda açarsak görebilir mi? Bu konuda insan üzerinde deney yapmak fazlasıyla vahşi olurdu ancak 3 yaşında geçirdiği talihsiz bir kaza sonucu sağ gözü ağır zarar gören ve sol gözünün korneası zarar gören ve 40 yıl sonra bir ameliyatla sağlıklı bir göze kavuşan Michael May'in öyküsü bu konuya ışık tutuyor [12] [13] [14]. May'in gözleri yapılan bir operasyonla düzeltilmiş ama beyni gözlerden gelen sinyalleri yorumlayacak birikimden yoksun, bu yüzden May normal bir insan gibi göremiyor.

Görme tamamen yoruma dayalı bir algıdır, doğduğumuz andan itibaren beynimiz gözlerden gelen sinyalleri anlamladırmaya ve kategorize edip arşivlemeye başlıyor. Gözlerimizden gelen sinyaller doğrudan görmemize ve gördüğümüz anlamamıza yardımcı olmuyor, bu sinyaller beyin tarafından işlenip önceki tecrübelerimizde karşılaştırılmadığı sürece gördüğümüz şeye anlam veremiyoruz. Yani daima önyargı ile görüyoruz, bu sayede pekçok göz yanılması (ilüzyon) sinir sistemimizi yanıltabiliyor.

Günlük hayatımızda iyi tanıdığımız bir cismi beklenmedik bir yerde gördüğümüzde ne olduğunu anlamakta güçlük çekiyoruz. Bir hafta kada önce apartmanın girişindeki klimanın üzerine bir komşumun koyduğu yüzücü gözlüğünün ne olduğunu anlamam bir hayli zamanımı aldı. Zira klimanın üzerinde bir yüzücü gözlüğü görmeyi beklemiyordum, onun yeri bana göre orası değildi, oysaki havuz kenarında görsem tanımlamam bir saniye bile sürmezdi.

Bunlardan çıkan sonuç; insan beyni ve algıları mükemmel değiller. Hayatta kalmamıza yardımcı olacak kadar algı ve zekaya sahibiz.

Peki bizim gibi hayatta kalmayı başaran diğer canlılardan, özellikle bizim kadar olmasa da belli derecelerde zeka gösteren canlılardan ne farkımız var?

Bizim farkımız iletişim yeteneğimizin ileri derecede gelişmiş olması. Beynimizdeki soyutlama çok ileri boyutlarda ve bunu iletişimimizde de kullanıyoruz.

Sosyal Hayat, Görme, Soyut Düşünce ve Zeka İlişkisi
Biz ağaç dallarında yaşarken beynimiz ve gözlerimiz önemli değişiklikler yaşadı. Sevgili Sexy Huri'nin paylaştığı ve çevirisi üzerinde çalıştığımız bir belgeselden bir kısmı aktarmak istiyorum. Çevirisi tamamlandığında bu belgeseli sizinle de paylaşacağız.

Gözlerimiz zamanla kafamızın ön kısmına geldi ve bu bize 3 boyutlu yani derinliği daha iyi kavrayan bir görüş sağladı. Bizim gözlerimizin konumu ile bir tavşanınkini karşılaştırın; tavşanın gözleri kafanın iki yanındadır ve bu ona çok geniş bir görme alanı sağlar. Ancak iki gözün aynı anda görebildiği alan çok dardır. Bu yüzden derinlik algısı zok düşüktür.

Oysa ki gözlerin kafanın ön tarafına gelmiş olması iki gözün aynı anda gördüğü alanı genişletir ve derinlik algısını arttırır. Bu algı hayatı dallarda geçen, daldan dala atlayan bir canlı için çok önemlidir. Fakat bir dezavantajı vardır; görme alanınız dar olduğu için avcıları göremezsiniz. Arkanızdan yaklaşan bir avcıdan haberdar olmak için birlikte yaşadığınız kabile bireylerine muhtaç olursunuz. Yani bireyler birbirlerine yırtıcıyı haber verecekler ve yem olmaktan kurtulacaklardır.

Kabile hayatı başlı başına iletişimi arttıran, gerekli kılan bir yaşam tarzıdır. Canlılar sosyalleştikçe oldukça karmaşık iletişim teknikleri geliştirirler. Biz karşımızdaki bireyin hareketlerinden, özellikle yüz hareketlerinden anlam çıkarmayı öğrenmeliydik, bu sayede hem görme algımız gelişti, hem de yüz kaslarımız ve bu kaslara olan hakimiyetimiz gelişti, zira yüzümüze verdiğimiz şekil ile kendimizi ifade etmemiz de önemliydi.

Yüz ifadeleri her ne kadar doğal gibi gelselerde aslında soyutturlar, yani sevinç, üzüntü, kızgınlık bildiren yüz ifadeleri soyut mesajlar taşırlar. Başarılı bir bireyin bunları doğru olarak okuması ve yorumlaması beklenir. Bu durum sesler içinde geçerlidir.

Bizim bu soyutlama yeteneğimiz ile dallarda yaşamanın bir gereği olan el becerimiz birleştiğinde soyutlamada ileri aşamalara geldik. Bu konuya daha sonra değinmek istiyorum, önce soyutlanmış bilginin aktarımı konusunu ele alalım.

Biz çocuklarımıza bu soyutlanmış bilgileri aktarmak zorundaydık, bu bilgileri çabucak öğrenen yavrular hayatta kaldılar, iletişim yeteneği kıt olanlar elendiler. İletişim konusunda sesleri, işaretleri, yüz ve vücut hareketlerini kullanmakta en başarılı olanlar hayatta kalmayı başardılar. Sesli iletişim gelişimini konuşmaya kadar sürdürdü. Soyut kavramlarla düşünme yeteneğimiz, şekillere anlam verme becerimiz önce resimlerle sonra bu resimlerin de soyutlaştırılmış halleri olan harflerle iletişebilmemizi sağladı. Bu noktada ellerimizin yazıp çizecek kadar gelişmiş olması bize büyük avantaj sağladı. Dalları kavramak için evrimleşen ellerimiz resim çizmemize yazı yazmamıza yardımcı oldular.

Sözlü iletişimden yazılı iletişime geçişimiz çok uzun sürdü, yaygınlaşması ancak son yüzyılda gerçekleşti. İnsanlar en büyük icatlarından biri olan yazıyı yaygınlaştırmayı bir türlü başaramadılar ve yazı doğrunun yayılması için değil, hurafelerin yayılması için kullanıldı. Matbaayı icad edip İncil bastık örneğin. 2009 yılında hala bizim insanımızın çoğunun evindeki tek kitap Kuran'dır.

Yazılı iletişiminin en büyük avantajı kuşaklar arası engeli kaldırmasıdır, yani uzun süre sadece aynı dönemde birbirlerine yakın yaşayan insanlar arasında aktarılırken yazı kuşaklar arası bilgi aktarımını mümkün kıldı. Bu insanoğlunun birikiminin katlanarak artmasını sağladı.

Bizi insan yapan şey kültürümüz, ve bu kültürü, bu uygarlığı iletişim yeteneğimiz sayesinde geliştirdik.

Şimdi düşünün; iki, üç nesil önce Afrika'da yırtıcılardan kaçan, modern dünyadan habersiz bir kabileden çıkan bir çocuk modern bir ülkede eğitim aldığında ataları yüzlerce nesildir şehirde yaşamış bir çocuktan geri kalmıyor. Afrika ülkeleri, Hindistan vs. ülkelerden çıkan başarılı bilimadamlarını düşünün.

İnsan Zekasının Sınırı
Yazının en acı kısmına gelelim; beyin vücudumuzun en pahalı organlarından biridir. Çok büyük bir enerji tüketimi vardır, korunması çok önemli, ayrıca faydalarının yanı sıra büyük zararları da vardır. İnsan beyin gelişimi konusunda bir hayli ileri gitmiş durumda ama bu gelişmişlik hem biyolojik hem sosyolojik pek çok dezavantajı beraberinde getiriyor. İnsanın zeki olmasının kendisine ve çevresine verdiği zararları bir düşünün, ben burada saymayacağım.

Acı kısım demiştim, alıştıra alıştıra söyleyeyim. Biyolojik sistemler kendilerine gereksiz yük olacak organları geliştirmezler. Yani gereğinden fazla gelişmiş, fayda sağlamaktan öteye gereksiz enerji harcayan bir organ doğal seçimle elenir ve tarihe karışır.

Bundan 35.000 yıl önce yaşayan bir çocuğu bugünün eğitimini versek o da bizim kadar başarılı olurdu. Yani zeka olarak bizden geri değildi. Yani evrimsel sürecimiz de beynimiz gereksinimlerimize göre şekillendi ve daha ileriye gitmedi. Yani avcılardan kaçıp, sağdan soldan yiyecek toplayan ve avlanan insanın zekası ne ise bizimkisi de o. Daha zeki değiliz.

Modern insanın daha başarılı olmasının tek sebebi zamanla biriktirdiği bilgi üzerine kurduğu uygarlıktır. Bu uygarlık çocuklarımızı daha iyi beslememizi sağladı, onlara daha iyi eğitim vermemizi sağladı. Vahşi doğada hayat mücadelesi veren bir bireyden çok daha farklı bir bilgi setine sahibiz, beynimiz aynı ama bilgilerimiz ve buna bağlı olarak düşüncelerimiz, ve dolayısıyla hayata bakışımız farklı.

Flynn Etkisi
Flynn Etkisi diye bilinen bir olgudan bahseyim; gelişmekte olan ülkelerde aralıklı olarak yapılan IQ testlerinde ortalama zekanın ülkenin gelişme hızına oranla arttığı görülüyor. Yani ülke geliştikçe, eğitim iyileştikçe, çocuklar daha iyi beslendikçe zeka artıyor. Gelişmiş ülkelerde ise artış daha yavaş, hatta durma noktasına gelmiş. Bazı Avrupa ülkelerinde artık artış görülmüyor. Yani eğitim ve beslenme öyle bir seviyeye gelmişki artık çocuklar bir önceki nesle göre daha zeki olmuyorlar. Bu insan zekasının sınırlarına ulaştıklarını gösteriyor. [15][16][17]

Buradan çıkarılacak birkaç sonuç var, öncelikle geri kalmış ülkelerin durumunu ele alalım; açlıkla mücadele eden, savaşlar, hastalıklar içinde kıvranan ülkelerin zeki bir nesil çıkarması çok güç görünüyor. Zira beslenme ve eğitim kalitesini yükseltmeleri çok güç, dolayısıyla daha zeki nesiller yetiştirmeleri zor. Tıpkı gelişmiş silahları ve gemileri ilk icad edenlerin koloniciliğe başlayıp dünyayı sömürmesi gibi refaha ulaşıp beslenme ve eğitim kalitelerini arttıran ülkelerin çocukları diğerlerinden daha zeki oluyorlar. Bu daha ileri, daha sofistike bir sömürge sistemi anlamına gelebilir. Geri kalmış ülkeler daha uzun süre gelişmiş ülkelerin ucuz işgücü ve hammadde gereksinimleri için sömürülebilirler.

İkinci önemli sonuç ise eğitimi geliştirip, iletişimi arttırıp, bilgiyi daha kaliteli ve ulaşılabilir hale getirip insanın zihinsel kapasitesini daha iyi kullanmamız gerekliliğidir. Belli bir noktadan sonra insan daha zeki hale gelemeyecektir. Bu nedenle iki yönde çalışmalara hız verilmelidir; bunlardan biri kollektif zekadır, ki bunu daha önce ölümsüzlük başlığı altında anlatmıştım, diğeri de yapay zekadır. Biz yeterince zeki değilsek bizden zeki olan bir şeyi yapmak zorundayız, bizden daha çok şeyi bilen, bizden hada hızlı düşünen bir makina yapmak zorundayız. Yoksa bazılarının tapındığı insan zekası bize bir yerden sonra yetmeyecek.

Üçüncü nokta ise bana göre Flynn etkisinin en önemli açılımı, ve çok önemli sorulara yanıt veriyor. İnsan, uzaya çıkacak, DNA'yı çözecek zekayı nereden buldu? Ağaç dallarından laboratuvarlara nasıl uzandık? Evrimsel süreç içinde böyle teknolojileri geliştirebilme potansiyeline sahip bireylerin seçilmesi nasıl sağlandı?

Aslında konuya hakim biri, ya da yazıyı baştan sona okuyup anlamış olan biri bu sorulara çok rahat yanıt verir, ama ben yine de açıklayayım.

Bizim beynimiz eğitim ve beslenme kalitemizin çok düşük olduğu bir dönemde evrimleşti. Yani beyin kapasite olarak o dönemdeki gereksinimin çok üzerinde gelişti. Neden mi? Çünkü o dönemde en yüzeysel eğitimle en yüksek anlama kapasitesine sahip olmak önemliydi. Aile ve kabile bireylerini en çabuk ve en iyi şekilde anlayıp, kendisine aktarılanı en çabuk öğrenen bireyler daha başarılı oldu. Ama kendileri de pek de zeki olmayan öğretmenler olan kabile üyeleri, bir bireyin hayatta kalması için gerekli bilgileri öğretirken bilinçli ve sistematik bir yol izlemiyorlardı, o kötü eğitim şartlarında hayatın kurallarını en çabuk "kapan" daha başarılı oldu. Yetersiz ve düzensiz bir eğitim sürecinde en çabuk öğrenenler en yüksek beyin kapasitesine sahip olanlardı.

Bugün o kapasiteyi düzenli ve bilimsel bir eğitimle en üst seviyelerde kullanabiliyoruz. İnsanlığın asırlar boyunca biriktirdiği bilgiyi çocuklarımıza bir kaç yıl içinde verebiliyoruz. Çocuklarımızı çok iyi besliyoruz, hatta hamile kadınlar bile gebelikleri ve emzirme dönemleri sırasında beslenmelerine dikkat ediyorlar. Böylece biyolojik sistem mümkün olan en yüksek verimde çalışıyor. Ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde "yeni nesil pek akıllı" lafını duyuyoruz. İşte bu lafın bilimsel adı "Flynn etkisi"dir.

Flynn Etkisi ve Dinler
Tanrı kavramını icad ettiğimiz dönemlerde insan zekası bugünün çocukları seviyesinde idi, bilgi birikimi ise bugünün çocuklarından bile düşüktü. Tanrı kavramı yanıtsız sorulara bir "yama" olarak gelişti; insanın çaresizliğine, acizliğine ve acılarına bir teselli oldu.

Dinler ise bu yalandan yanıtların daha organize halleriydi. İnsan zekası bugünkü seviyesinde olmadığı için sistematik yolla bilgi edinme yoluna gidilmedi, körü körüne iman tercih edildi. Dinler zamanla toplumsal kontrol mekanizmalarına dönüşüp, insanlığın başına büyük birer bela oldular.

Bugün bilgiye ulaşmak hiç olmadığı kadar kolay... İnsanlığın binlerce yıllık birikimine ulaşmak saniyeler alıyor. Yeterli beyin kapasitesine sahip herkes bu birikime ulaşıp düşüncelerini buna göre şekillendiriyor, olumsuz genetik faktörlerin üzerine bir de yetersiz beslenip, iyi eğitim alamayanlar ise taş devrinin, bronz çağının efsanelerini gerçek sanıyorlar.

Flynn Etkisine göre zeka ilerlemesinin durduğu, yani zeka potansiyelinin en ileri seviyede kullanıldığı İsveç'te tanrıya inananların toplam nüfusa oranı %23, Norveç'te %32 civarında ve azalma gösterirken, geri kalmış ülkemiz Türkiye'de tanrıya inananların toplam nüfusa oranı %95 seviyesinde. Diğer gelişmiş ülkelerle aramızdaki farklar da benzer şekilde ürkütücü. Ayrıca ülkemizdeki inananlar, inanmayanlara karşı hoşgörü göstermiyorlar.

Tanrı inancı ve dindarlık, yetersiz beslenmenin yaygın olduğu, eğitim kalitesinin düşük olduğu toplumlarda daha yaygındır. Zekası gerektiği gibi gelişememiş ve temel eğitimden yoksun bireylerin bu yalandan kurtulma şansları yok gibidir. Bu forumda da bu tip bireylerin örneklerine rastlıyoruz. Türkiye eğitim kalitesi olarak her yıl gerilemektedir, insanlarımızın en temel bilimsel bilgilerden yoksundur. Türkiye geri dönüşü olmayan bir çöküşün eşiğindedir. Bunu engellemek için aklı başında her bireyin üzerine düşen görev toplumu bilgilendirmektir. Cehalete karşı savaşımızı her türlü dirence, tehdide, zorluğa rağmen bıkmadan, yılmadan sürdürmeliyiz.

Sevgiler, saygılar
Bilgehan


Yazı konusunda eleştirilerinizi bilimsel bir anlatımla sunmanızı, itiraz ettiğiniz noktaların net olarak belirtmenizi ve yanıt verirken konu dışına çıkmamanızı rica ediyorum.

-----------------------------------

Kaynaklar:
[1] http://www.ted.com/index.php/talks/joshua_klein_on_the_intelligence_of_crows.html
[2] http://tr.wikipedia.org/wiki/Asena
[3] http://en.wikipedia.org/wiki/Romulus_and_Remus
[4] http://en.wikipedia.org/wiki/Hayy_ibn_Yaqdhan
[5] http://en.wikipedia.org/wiki/Tarzan
[6] http://www.dailymail.co.uk/news/article-503736/Werewolf-boy--snarls-bites--run-police-escaping-Moscow-clinic.html
[7] http://www.mymultiplesclerosis.co.uk/misc/feral-children.html
[8] http://www.mymultiplesclerosis.co.uk/misc/wild-child.html
[9] http://www.amazon.co.uk/exec/obidos/ASIN/0060924659/multipscleroa-21
[10] http://www.amazon.co.uk/NOVA-Secret-Wild-Child-REGION/dp/B000JJ5F8E/ref=pd_sbs_b_6
[11] http://www.amazon.co.uk/Forbidden-Experiment-Story-Wild-Aveyron/dp/1568360487/ref=pd_sbs_b_4
[12] http://discovermagazine.com/2002/jun/featsight
[13] http://abcnews.go.com/GMA/Books/Story?id=3642802&page=1
[14] http://www.youtube.com/watch?v=1sayrYYk7gA&feature=related
[15] http://en.wikipedia.org/wiki/Flynn_effect
[16] http://en.wikipedia.org/wiki/IQ_and_the_Wealth_of_Nations
[17] http://en.wikipedia.org/wiki/Health_and_intelligence

Müslümanlara Öneriler (İman Koruma Kılavuzu)

Sevgili müslüman kardeşlerim,

Neredeyse tüm yazılarımda sizin kutsal değerlerinize küfrettim. Bu yazımda Allah'a, resulü Muhammed'e ve sizin için seçtiği din İslam'a hiç küfür etmeyeceğim. Çok şeyler yazdım, çok şey denedim ama sonunda sizi ateist yapamayacağımı anladım. Madem ateist yapamıyorum bari verdiğim zararı düzelteyim düşüncesiyle bir yazı hazırladım. Bu yazının amacı sizin imanınızı imanınızı korumak ve güçlendirmektir.

Maddeler halinde sıralıyorum, buyrun...

1. Aklın fitnesine kapılmayın. İmanın en büyük düşmanı akıldır. İnsanın aklı cüz'idir, kifâyetsizdir; atomu anlar, onun altını anlamaz, onu da anlasa en altını bilemez, evreni bilir, sınırları nerede bilemez, onu da bilse evrenin dışında ne var bilemez. Gördüğünüz gibi insan aklı sınırlıdır. O yüzden aklın fonksiyonları olan mantığa ve eleştirel düşünceye ve deneye dayalı bilgi birikimine kapılarınız sıkıca kapatın. Bilim denilen illet bu üçünün veledü zinasıdır. Bilimsel herhangi birşey okumayın. Özellikle astronomi, astrofizik ve biyolojiden uzak durun. Bilimin zirve noktalarından biri olan Amerikan Ulusal Bilim Akademisine üye dünyanın en elit bilimadamlarının %97'si ateisttir. Görüldüğü gibi bilimin sonu imanını kaybetmektir. Aman derim uzak durun.

2. Peygambere iman esastır. Akıl denen fitneyi yanlışlıkla kullanan mümin "Dağ başında bir mağarada yanlız başına bir adama melek gelip Allah'tan mesaj getiriyor, bir tane gören yok... Hem zaten herşeye gücü yeten Allah neden böyle bir yöntemle insanları yola getirmek istesin?" diye düşünüdüğü an imanı gider. Aman derim... Çok düşünmeyin... Allah'ın yöntemini sorgulamayın. "1400 yıldır çok şey değişti, insan yaşamı bambaşka bir şekil aldı, Allah son elçisini neden 1400 önce gönderdi? Şimdi de elçi gönderse ya" diye düşünen küfre düşer. Allah alemleri nur Muhammed'in yüzü suyu hürmetine yaratmıştır. Bunu böyle bileceksiniz, iman edeceksiniz.

3. Kuran Allah'ın kelamıdır. Allah'ın kelamının Arapça olmasında hikmetler vardır. Kuran'ın Türkçe ya da başka dillerdeki mealleri yetersizdir ve -ASLA- Kuran'ın kendisi değildir, Kuran'ı yansıtmaz. Shakespeare'in bir sonesi İngilizce aslında değerlidir, asıl tadı ve asıl anlamı İngilizce aslındadır. Çevirileri o tadı vermez. Kaldı ki Shakespeare zavallı bir fanidir. Alemlerin rabbi olan yüce rabbimizin kelamı bir faninin yazdıklarından daha büyük anlam taşır ve bu anlam ancak Allah'ın kullanmayı tercih ettiği Arap dilinde ortaya çıkar. ASLA ve KÂT'A Kuran'ın Türkçe mealini okumayın. Okursanız kafanız karışır, imanınız gider. Kuran'ın Arapça'dan başka dillere çevrilmesi Şeytan'ın en büyük fitnelerindendir. Kuran'ın sihri Arapça aslındadır. Anlamasanız bile aslını okuyun. Zaten Allah anlamanızı istese kalbinize ilham ederdi. Ama Arapça olarak göndermiş işte.

4. İslam tarihiyle ve özellikle peygamberin hayatı ile ilgili hiçbir şey okumayın. Geçmiş, geçmiştir. Siz önünüze bakın. O günün şartları geride kaldı. Olur da tarihe bir gözatayım derseniz Şeytan fitneyi kalbinize eker.

5. Kader ve Allah'ın sıfatlarının tecellisi gibi konulara asla kafa yormayın. En güzeli "Allahüalem" demektir. İlk maddeyi hatırlayın. Küçücük beyninizle herşeyi bilemez, anlayamazsınız. Sizin aklınızın ötesinde şeyler var... Kader de bunlardan biridir. Sorgulamayın.

6. "Allah neden sadece Arap yarımadası ve çevresine peygamber göndermiş" diye sormayın. Allah 124.000 peygamber göndermiştir. Herşeyin binlece yıldır yazılı kayıt altında tutulduğu Çin'in kayıtlarında bir tane peygamber olmaması sizi şaşırtmasın. Açıklaması basittir; Şeytan Çin kayıtlarından olduğu gibi, diğer uygarlıkların kayıtlarından da nice peygamberi çıkartmıştır.

7. Gazete, televizyon vs. her türlü haber kaynağından uzak durun. Hele şeytanın büyüğü Internet'ten uzak durun. Bu yazı Internet'te okuduğunuz son yazı olsun. Hemen kapatın. Sakın dünyada olup bitenden haber almayın. Müslüman ülkeler şöyle sefil, İslamcı terör böyle vahşi diyorlar... Allah muhafaza, izlersiniz imanınıza zarar gelir. Bu Internet denen şeytanda bu site gibi zındık siteler var, Allah yok diyorlar, aklın arabasına binmişler cehenneme doğru gidiyorlar. Aman kapılmayın.



Benden size tavsiye, yazdıklarımı iyice okuyun, anlayın. Ben bu saydıklarımın hepsini yaptım, sonunda ateist oldum. Sorgulamadan inanıp hakkı ile iman etmeyi başaramadım. Siz de benim gibi cehenneme odun olmak istemiyorsanız sözlerime kulak verin.

Sevgiler, saygılar
Bilgehan

Peygamber bolluğu ve peygamber kıtlığı

Müslümanlara "Allah neden sadece Arap yarımadası ve etrafına peygamber göndermiş?" diye sorulduğunda "Allah(cc) her millete her medeniyete peygamber göndermiştir, Allah 124.000 nebi göndermiştir" derler.

Aslında bu 124.000 sayısı ile içinden çıkılmaz bir tuzağa kendi kendilerine düşerler.

Neden mi?

Müslümanlar Kuran'a ve hadise dayanarak ilk insanın kaç yıl önce yaşadığına dair bir hesap yapamıyorlar. Ancak İsrailiyat'a başvurup 7.000 yıl gibi bir süreye ulaşıyorlar. Bu rakama itiraz edenler olacaktır, onlar için de açıklamam yazının devamındadır.

Diyelimli Adem 7.000 önce yaşadı ve Adem'den son peygamber Muhammede kadar 124.000 peygamber geldi.

Basit bir hesap ile 124.000/(7000-1400)=22.1 rakamına ulaşırız.

(toplam peygamber sayısı bölü (insanlık tarihi eksi son peygamberden bu yana geçen zaman ))

Yani her yıl ortalama 22 peygamber gelmiş... Bir yüzyıl içinde en az 2200 peygamber gelmiş. Yani her dönemde dünya üzerinde -en az- bin peygamber aynı anda yaşamış.

Ek bilgi olarak sunayım; 7.000 yıl önce -modern bilime göre- dünya nüfusu 15 milyon kişiydi. Muhammed zamanında 250 milyon kişi kadardı. Azıcık bir nüfusumuz vardı yani...

Müslümanlar bu kadar az nüfusun olduğu bir dönemde bu kadar çok peygamber olmasını nasıl yorumluyorlar?

Şimdi 7.000 yıl hesaplamasını kabul etmeyenler için 70.000 yıl için hesap yapalım... Bu kez yüzyıl başına 180 peygamber düşüyor. Yani yine o kadar az değil... Her yıla neredeyse 2 peygamber düşüyor. Altı ayda bir bir yerlere peygamber geliyor, bunlar aynı dönemde yaşıyorlar, aynı mesajı iletiyorlar.

Şimdi şu noktaları düşünelim...

Muhammed'e en yakın tarihte gelen peygamber Muhammed'den ne kadar önce geldi?

Bu peygamber bolluğu sırasında -İslami kaynaklara göre- Muhammed'le çağdaş bir peygamber olmadığına göre son peygamber gönderilmeden önce peygamber gönderme işine uzunca bir süre ara verilmiş. Tabi bu da öncesindeki peygamber yoğunluğunu arttırıyor.

Düşünülmesi gereken ikinci nokta şudur; her yüzyıl 2200 ya da 180 peygamber geldiyse ve tümü Allah'ın hak dini İslam'ı anlattıysa bunların medeniyet üzerinde etkilerini neden görmüyoruz?

Neden Türklerin tarihinde, bizi bırak herşeyi ama herşeyi yazan ve kayıtları hala mevcut olan Çin'de, Japonlarlarda, Ruslarda, Pasifik Adalarında, Avrupalılarda, Amerika'da İslam'ın en küçük izine rastlamıyoruz?

Müslümanlar Tevrat'ın ve İncil'in değiştirildiğini söylerler. Ama Tevrat ve İncil hala bir ölçüde Kuran'a benzerler, benzer öyküleri anlatırlar. İncil 2000 yıllık, Tevrat kabaca 3400 yıllık geçmişlere sahipler. Bu süre içinde "değiştirilmişler" ancak hala İslam'ın mesajina benzer temaları var. Olaylar, isimler büyük ölçüde benzerlik gösteriyor.

Diyelim ki başka medeniyetlere de Allah'ın mesajı verildi... Onlara da peygamberler gönderildi... Ve onlar da Yahudiler ve Hristiyanlar gibi Allah'ın sözünü değiştirdiler. Peki onların dinlerinde, inançlarında neden İncil kadar, Tevrat kadar benzerlik kalmadı?

Sevgiler, saygılar
Bilgehan Bengi

Dinler niye kötüdür? Bizi iyi yapan şey nedir?

Dinler niye kötüdür? Yanlış ve yalan oldukları için mi?

Bu forumda en büyük eforu dinleri eleştirmek için harcıyoruz. Ateist/agnostik/deist/panteist/panenteistler tarafından açılan neredeyse tüm başlıklar doğrudan ya da dolaylı olarak dinleri hedef alıyor.

Peki neden? Neden dinlerden nefret ediyoruz? Yanlış oldukları için mi?

Ülkemizde kendini ciddi gazete olarak yutturmayı başarmış neredeyse tüm gazetelerde Astroloji köşeleri var. Yok oğlak burçu şöyle, yengeç burcu böyle diye atıp tutuyorlar. Astroloji de din kadar temelsiz, dayanaksız ve boş bir yalan değil mi? Neden forum da Astroloji'yi eleştiren başlıklar yok... Varsa da nispeten çok az...

Reiki, chakra, kozmik enerji vs. saçmalıklarıyla neden dinle savaştığımız kadar savaşmıyoruz... Aslında pozitif bilimi benimsemiş insanlar olarak bunların da yalan olduğunu, boş inançlar olduğunu çok iyi biliyoruz.

Dinin özelliğin ne? Neden dine saldırıp duruyoruz da diğer martavalları es geçiyoruz?

Dinin diğer boş inançlardan farkı zorba olmasıdır. Özellikle Yahudi-Hristiyan-İslam dinleri fazlası ile zorbadır. Ayrımcıdır, insan haklarını hiçe sayar. Astroloji, alternatif tıp, reiki, kosmik enerji vs. zırvaları din gibi saldırgan değildirler. Onlar da zararlıdır , onlar da yalandır ama din saldırgan bir yalandır. Aralarındaki fark saldırganlıkları, zorbalıklarıdır.

Din otoriterdir, tüm toplumu kontrol altına almaya çalışır. Din tartışma kabul etmez, zorlama ile istediğini yaptırır.

Yani biz savaşımızı öncelikle yanlış bilgiye değil zorbalığa karşı yapıyoruz. Birinci düşmanımız zorbalıktır.

Klasik bir örnek vereyim; adamın biri karısının dünyanın en güzel kadını olduğunu düşünebilir, hatta karısına tapabilir. Belki kadın pek de güzel değildir, ama adam öyle düşünmektedir ve bu düşüncesinde fena halde yanılıyor olsa da bu bizi ilgilendirmez.

Ancak bu adam "benim karım ilahi güzelliğe herkes tapmalıdır, tapmayanı keserim" derse zorbalık yapmış olur. Artık boş inancın ötesinde bir durum söz konusudur, bu adama karşı tepki konulur.

Düşünelim; biz iyi insanlar mıyız? İnsanlık için iyi şeyler mi istiyoruz? Kendi adıma evet diyorum, inanıyorum ki bu forumdaki ateist/agnostik/deist/panteist/panenteist arkadaşlar da iyi insanlardır ve insanlık için iyi şeyler isterler.

O halde bizim enstrümanımız zorbalık olabilir mi? Eğer düşüncelerimizi zorbalıkla yayma yoluna gidersek bizim dinlerden ne farkımız kalır?

Bizim birinci hedefimiz eleştirel düşünceyi, bilimsel yöntemi, insancıllığı, sevgiyi, kardeşliği yaymak değil mi? Biliyorum, ateizm ya da diğer din dışı duruşlar bu saydıklarımı tanım itibarı ile içlerine almazlar. Ancak çok iyi bildiğim diğer bir husus var ki, çoğu ateist ve diğer dinsizler pozitif bilimin bulguları ışığında şu anda sahip oldukları görüşlere kavuştular ve çoğumuzun ortak noktası hümanizmdir. Tabi bunu antroposentrik bir anlamda kullanmıyorum.

Eğer bir insancıl ve zorbalığa karşı isek zorbalığı bir yöntem olarak benimseyemeyiz, zorbalığa alkış tutamayız.

Bizim yöntemimiz iyiliği, hoşgörüyü yaymak olmalıdır. Bilge insan hoşgörülüdür, farklı yaşam tarzlarını, farklı düşünceleri benimsemese de hoşgörü ile karşılar. Cahil insan kendi küçük dünyasında yaşar ve herkesin kendi kurallarına uymasını bekler. Karşısındakinin farklı bir görüşte olabileceğini, farklı tercihleri olabileceğini anlamaz, kabullenemez. Eline güç geçerse zorbalığa başvurur, kendi görüşlerini zorla başkalarına dayatır.

Ben hoşgörüyü yaygınlaştırmak adına bilgiyi yaygınlaştırmayı öneriyorum. Eğitim artıkça, eğitimin kalitesi arttıkça insan kalitesi artıyor. Hristiyanların kutsal kitapları da tıpkı Kuran gibi vahşet ve zorbalık dolu. Ancak batı toplumları önce bilgilenmişler sonra dini kuralları daha az umursar hale gelmişler.

Bir insan önce ateist sonra bilge olmuyor. Önce bilgileniyor; bilgi, bilincini geliştiriyor sonra inanç konusunda kendi kararlarını veriyor. Ateist anne babadan doğan, din ile hiç karşılaşmamış ama pozitif bilim ile de tanışmamış, bilimin en başta köken sorusuna, doğal olayların mekanizmaları konusuna yanıtlarını ve yaklaşımını öğrenmemiş bir kişi din konusunda savunmasızdır.

Din pek çok soruya kolay yuturlur yanıtlar verir, draje gibi kolay yutulur çözümler önerir. Dinleri sunduğu yanıtların ve çözümlerin temelsiz olduğunu ve çalışmadığını anlamak ve dine karşı savunmasız kalmamak için bilgilenme şarttır.

Bilgi de dindar bir insanı bir anda dinden çıkarmıyor, belli miktarda bilgi ve zaman gerekiyor zira insan bir anda olgunlaşmıyor. Kendinizi düşünün, bir anda mı ateist oldunuz? Yoksa bu bir süreç miydi?

Forumda özellikle evrim konusunda tartışırken gen ne demek, protein ne demek, tür ne demek bilmeyen insanları görüyoruz. Bu insanlara bunları zorla öğretebiliriz. Yani bir odaya doldururuz, anlatırız, sınav yaparız, sınavı geçenler odadan çıkar, geçemeyenlere bir daha anlatırız, sonra tekrar sınav yaparız. Odada kimse kalmayıncaya kadar devam ederiz. Peki zorla odaya kapatılıp birşeyler öğretilen insanları düşünceleri, yani bilgilerinden kendilerince çıkardıkları sonuçlar bir anda değişir mi?

Biyoloji bölümünde Evrim zorunlu derstir. Bölümü bitiren herkes Evrim dersinden geçer not almış demektir. Peki Biyoloji bitiren herkes evrim olgusunu benimsiyor mu? Hayır... Demek ki benim kurguladığım odaya kapatma düşünsel deneyi bireylerin düşüncelerinde değişiklik yapamıyor. Zira dinin öğretisi daha derinde ve daha etkili... Sökülüp atılması için daha fazla eğitim ve daha uzun süre gerekiyor.

İnsanları istediğiniz kadar zorlayın, istediğini sözleri söyletirsiniz ama istediğini düşünceleri beyninde yaratamazsınız. Değişim güzellikle olmalıdır, zorbalıkla değil.

Değişim bir bireyin yaşamından daha uzun sürebilir. Yani nesillere yayılabilir.

Birinci nesle hastalıkların cinler, şeytanlar, kötü ruhlar yüzünden olmadığını; genetik arazların, mikropların, fizyolojik bozuklukların hastalıklara neden olduğunu öğretirsiniz. Böylece nesilden nesile aktarılan hurafe miktarı azalır. Bu nesil çocuklarına "al karası" gibi şeyler öğretmezler, ikinci nesle bu saçmalıklar aktarılmaz. Bu forumdaki en koyu müslümana sorun "al karası" öyküsüne inanmaz. Ama onların ebeveynleri ya da dedeleri nineleri inanırlar; lohusa kadınları al karasına karşı "korurlar".

Bir anda tüm hurafeler kaybolmaz belki ama azalırlar ya da revizyon geçiririr küçülürler, gitgide yok olurlar.

Teyzem torununa Nuh'un gemisi öyküsünü anlatıyor, tüm dünyayı sel almış diyor, teyzemin oğlu tüm dünyayı sel almamış, bölgesel bir olay diyor. Neden? Zira aklına yatmıyor, teyzeme göre daha eğitimli, bu yüzden dünyanın jeolojik kaydında tüm dünyayı kapsayan bir su baskını olmadığını biliyor. Torun ise bu öyküyü biraz daha revize edip anlatacak.

Buna benzer bir örnek daha vereyim; bir forumda tartışıyoruz; "kafirler öldürün" diyen ayeti örnek veriyorum. Müslüman bir üye ama o şimdiyi, bugünü kapsamaz, şimdi öldürme felan yok diyor. Demek ki insanlığın dönüşümünden nasibini almış. Kendi dinini reddedip insan haklarına sahip çıkıyor.

Benzer şekilde müslüman arkadaşıma "sen benimle niye arkadaş oluyorsun, kuran'da kafirleri dost edinmeyin" diyor dediğimde umursamazlıktan geliyor, bahaneler üretiyor.

Bu forumda da dini bu şekilde çarpıttıklarına hep şahit oluyoruz. Ama kötü yöne doğru değil genelde iyi yöne doğru çarpıtıyorlar, yani çağdaş insan hakları anlayışına göre çarpıtıyorlar.

Eğitimin neredeyse sıfır olduğu Afganistan gibi yerlerde ise İslam Kuran'da, hadiste tarif edildiği gibi uygulanıyor. Yani burada anahtar medeniyettir. Medeniyet ise eğitim ile geliyor.

Müslümanları bir anda dinlerinden koparamayız. Zaten bu halleri ile kopsalar bile eskisinden beter olurlar. Bu forumda, başka yerlerde yasak olmasaydı şunu yapardım, günah olmasaydı bunu yapardım diyen müslümanlara rastlamışsınızdır. Bunlar ateist olsalar tam olarak iplerini koparmış olurlar. Bunların ahlaki olgunlaşmaya ihtiyaçları var, bilgilenmeye, bilinçlenmeye ihtiyaçları var

Özetle; dini eleştirirken dindarların durumuna düşmeyelim. Toplumsal bir değişim hedefliyorsak işimizi güzellikle yapalım.

Sevgiler, saygılar
Bilgehan

Bu pozisyon ofsayt mı? Yoksa evrim mi?

Benim babam klüp yöneticisiydi, gece klübü değil, futbol klübü... Ama ben futbolu hiç sevemedim. İlgilenmediğim için de futbol hakkında bilgilerim kulaktan dolmadır, bir hayli eksiktir.

Üniversite yıllarında futbol sevgisi fazlaca olan iki ev arkadaşım oldu. Bunlar bir pazar günü oturmuşlar, "posizyon ofsayt mı, değil mi" diye tartışıyorlar. Bir televizyon programında ağır çekimde bir pozisyonu defalarca gösteriyorlar, bizimkiler de oturmuşlar pür dikkat izliyorlar.

Bana da sordular; "sence bu pozisyon ofsayt mı?"

"Bilmem ki" dedim...

Nasıl yani?

Eee!.. Ben ofsayt ne bilmiyorum ki? Faul ne biliyorum, penaltı, korner felan biliyorum ama ofsayt ne bilmiyorum, o yüzden bu posizyon ofsayt mı karar veremem.

Çok şaşırdılar... Benim ofsayt nedir bilmemem maçtan daha ilginç geldi, izlemeyi felan bırakıp bana ofsaytı anlattılar. Daha önce hiç kafa yormadığım ama İnglizcesinin "offside" olduğunu tahmin ettiğim futbol terimini öğrenmiş oldum.

Arkadaşlarımın detaylı anlatımları sayesinde ofsayt neymiş öğrendim. O günden sonra "posizyon ofsayt mı, değil mi" karar verebilir oldum. Pozisyon ofsayt değilse "bal gibi gol kardeşim" diye çıkışabildim.

----

Bir evrim tartışmasıdır gidiyor... "Evrim yok", "evrim yalan" diyenlerin hiçbiri evrim kavramının ne demek olduğunu bilmiyorlar. Evrim deyince akıllarına sadece "maymundan gelmek" geliyor. "Tesadüfen değişmek" geliyor. Evrimin böyle birşey olmadığının farkında bile değiller.

Ben ofsayt nedir bilmezken bana "bu posizyon ofsayt mı?" diye sorulduğunda "Bilmiyorum" demiştim. Ofsaytın ne olduğunu BİLMEDİĞİMİ BİLİYORDUM. Ofsayt ya da değil diyecek birikime sahip olmadığımın farkındaydım.

Evrim yok diyen arkadaşlar... Siz "evrim yok" diyecek kadar evrim biliyor musunuz? Neye dayanarak, neye güvenerek evrim yok diyorsunuz?

Şunu bir düşünün; kasların eksantrik olarak kasılması mekanizmasını açıklayan "çapraz köprü siklusu" (cross-bridge cycle) teorisini tatmin edici buluyor musunuz?

Sizce "cross-bridge cycle teorisi" geçerli mi?

Kas fizyolojisi çalışmadıysanız bu sorulara vereceğiniz tek dürüst yanıt "bilmiyorum" olabilir. Bu konu hakkında bilginiz yoksa yapacağınız yorumun hiçbir kıymeti yoktur.

---

Evrime itiraz edenler... Evrimi bilmiyorsunuz, bilmediğinizin de farkında değilsiniz. Dürüst davranıp "bilmiyorum, yorumum yok" diyemiyorsunuz. Evrimi bilmemek ayıp değildir, ama bilmediği halde ahkam kesmek ayıptır.

Sizi evrim konusunda yorum yapmaya, karşıt görüş bildirmeye iten şey dini öğretileriniz. Dini öğretilerinizin emprik bir tabanı yok. Adem'le Havva öyküsünün oturduğu bir zemin yok... Yerlerin göklerin altı günde yaratıldığına dair bir delil yok. Siz ise "Kutsal kitabımızda öyle yazıyor" deyip bırakıyorsunuz.

Ben neye inandığınız değiştiremem, ama ne bildiğinizi değiştirebilirim ve bilgilerinizde yaptığım bu değişiklik sayesinde inancınızı değişeceğini umarım.

---

Ben ve benim gibi nicelerinin inancı bilgi sayesinde değişti.

"Evrimci bilimadamı" diye yaftalayıp kendinizce aşağıladığınız insanları düşünün. Bunların değer yargıları, yaşam tarzları sizinkinden çok farklı. Bunların çoğu dine bağlı ailelerden gelmişler, hayatlarının bir döneminde tanrıya inanmışlar sonra fikir değiştirip ateist olmuşlar.

Futbolcuların bacaklarının sizinkilerden daha kalın ve güçlü olması tesadüf müdür?

Hayatlarını sistematik olarak bilgi edinmeye adamış insanların hayata bakışının sizden daha geniş bir perspektifte olması tesadüf müdür?

Allah ateistleri küfürleri iyice artsın diye daha mı akıllı, daha mı görgülü yapıyor? Yoksa ateistler sizden daha akıllı değil de sadece daha çok mu birikimli?

Bu birikime siz de sahip olursanız siz de ateist olur musunuz acaba?

Bir deneyin bence; kaybedecek birşeyiniz yok... Örneğin; evrim nedir bir öğrenin.

Ben ofsayt nedir öğrendim ve ofsayt yoksa bunun kararını verebilir oldum.

Siz de bu forumda evrim üzerine yazan kişilere bilimsel kaynaklara dayanarak karşıt argüman geliştirecek kadar biyoloji öğrenin.

Sonra tartışalım, bu pozisyon ofsayt mı, yoksa evrim mi?

Sevgiler
Bilgehan

16 Şubat 2009 Pazartesi

Evrimin Tanımı ve Mekanizmaları

Evrimin Tanımı ve Mekanizmaları

Evrim kuramına yabancı bir kişiye evrimi anlatırken "canlıların nesilden nesile değişmesi, canlıların yeni özellikler kazanması ve bazı özelliklerin kaybetmesi" şeklinde bir tanım yaparız. Ne var ki bu tanım yanlış anlaşılmalara neden olmaktadır. Evrimin tanımına ve mekanizmalarına biraz daha geniş bir açıdan bakalım.

Evrimin bilimsel tanımı birey düzeyinde değil, popülasyon düzeyindedir, evrimin bilimsel tanımı allel frekanslarının değişimidir.

Bu tanımı daha iyi anlayabilmek için bazı terimlere kısaca bir gözatalım.
Tür; kendi içlerinde üreyip verimli döller verebilen canlıları ifade eder. Sınıfladırmanın en temel birimidir.

Popülasyon; bir bölgede yaşayan, kendi içlerinde üreyip verimli döller verebilen canlıların bütünüdür. Popülasyon, bir bölgedeki tek bir canlı türüne ait bireylerin tümü demektir.

Gen; kalıtımsal bilginin en temel birimidir. Bu birimlerin her biri biri kendi başına iş görebilen bir RNA parçasını ya da protein sentezinde kalıplık görevi üstlenecek bir RNA parçasını kodlar.

Lokus; bir gen ya da gen grubunun genetik bilgi üzerindeki konumudur. Kabaca lokus, genin adresidir.

Allel; bir genin değişik versiyonlardır. Bir lokusa aynı genin değişik versiyonları gelebilir. Genlerin büyük bir çoğunluğunun birden fazla versiyonları vardır. Aynı türün bireyleri arasındaki fark; aynı lokusa gelen, aynı fonksiyonu değişik seviyelerde gösteren alleller sayesinde oluşur. Örneğin insanda alkol dehidrojenaz enziminin kodlayan genin bir alleli daha başarılı bir enzimi kodlar, diğeri biraz daha yavaş çalışan bir enzimi kodlar. Bu yüzden Avrupalı ırkların alkolü daha hızlı dehidrojenize eden enzimleri varken Asyalı ırklarda bu enzim görece yavaştır. Allellerin çeşitliliği bir popülasyon içindeki çeşitliliğin en önemli sebeplerindendir.

Frekans; sıklık demektir. Bir allelin frekansı yüksek olması popülasyondaki bireylerde sık rastlanması demektir.

Şimdi bu bilgiler ışığında ile paragraftaki evrim tanımını tekrar ele alalım. Evrim, allel frekanslarının değişimidir.

Allel frekansı neden değişir? Yani, evrim nasıl gerçekleşir?
Bu konuyu daha iyi anlamak için popülasyon genetiğinin en temel konularından biri olan Hardy-Weinberg Prensibine bir gözatalım.

Hardy-Weinberg Prensibi
Hardy-Weinberg Prensibi kararlı bir popülasyonda allel ve genotip frekansları sabit kalacağını öngörür.

Bir popülasyonun kararlılığını bozan başlıca etkenler şunlardır;
- Rastlantısal olmayan (eş seçerek) çiftleşme
- Mutasyonlar
- Doğal seçim
- Popülasyon boyutunu (nüfusunu) kısıtlayan etkenler
- Genetik sürüklenme
- Gen akışı

Doğada, bir popülasyon üzerine yukarıda sayılan etkenlerden bir ya da birkaçı mutlaka etki eder, yani doğada kararlı bir popülasyon yoktur.

Kararlı olarak tanımladığımız popülasyon varsayımsal bir popülasyondur. Popülasyonun doğal hali ile varsayımsal kararlı hali arasındaki farkı tespit etmemiz bize popülasyonun durumu hakkında bilgi verir.

Hardy-Weinberg prensibinine göre bir genin seçici bir özelliği yoksa popülasyon içinde homojen olarak dağılır ve dengeye gelir.

Doğada kararlı bir popülasyon olmadığını söylemiştik, şimdi kararlılığı bozan etkenleri teker teker ele alarak evrimi anlamaya çalışalım.

1) Rastlantısal olmayan (eş seçerek) çiftleşme
Eğer bir birey çiftleşeceği eşi hiçbir özelliğini dikkate almadan seçiyorsa, ya da eş seçimi söz konusu değilse, örnegin dişi balık yumurtalarını suya rastgele bırakıyor ve erkek balığın yine rastgele bıraktığı spermlerle birleşen yumurtalar dölleniyorsa, o canlı türünde eş seçimi yok demektir.

Eş seçiminin olmayışı herhangi bir özelliğin el üstünde tutulmadığı, tercih edilmediği, kayırılmadığı anlamına gelir. Ayırıca sakınılan özellikler de yoktur.

Bir örnek verelim; çiftleşme döneminde erkeklerin kavga ederek dişiyle çiftleşme hakkına sahip olduğu türler vardır. Örneğin boynuzlu bir türde, boynuzun büyüklüğü ve sağlamlığı, boyun kaslarının gücü bireye avantaj sağlayacak ve üstünlük getirecektir. Bu özellikleri açısından güçlü olan birey neslini sürdürme sansı bulacak, büyük ve sağlam boynuz gibi özellikler yeni nesillere aktarılacaktır. Bunun net sonucu her geçen nesilde daha güçlü boynuz demektir.

Benzer bir durumu tavus kuşlarında görüyoruz. Dişilerin en gösterişli tüylere sahip erkekleri seçmesi sayesinde bu kuşların erkek bireyleri oldukça gösterişli tüylere sahip olmuşlar. Zira her neslin en gösterişlileri seçilmiş, hep onların genleri aktarılmış.

Özetle eş seçerek üreme bazı özelliklerin kayırılması demektir, kayırılan özelliğin frekansı zamanla artacak Hardy-Weinberg denkliği belli bir yönde bozulacak ve popülasyonda evrim görülecektir.

2) Mutasyonlar
Mutasyon genetik bilgideki değişiklik demektir. Genetik bilgi, nükleotid dizilerinde saklanır. Bu dizide oluşacan değişiklikler genetik bilgi kalıp alınarak oluşuturulan yapılara etki ederler.

Mutasyonların başlıca nedenleri şunlardır;
- Genetik bilginin kopyalanmasından ve tamirinden sorumlu enzimlerin hata yapmaları; bu enzimler kusursuz kopyalar çıkaramazlar, tamir gerektiğinde her defasında doğru şekilde tamir yapamazlar. En iyi çalışanlarının bile hata payları vardır. Milyarda bir hata yapan insan DNA kopyalama sistemi bile bu hata payı yüzünden her kopyada 3-4 kadar hata yapar. Bazı organizmalardaki kopyalama sistemlerinde bu hata payı oldukça büyüktür. Bu yüzden mutasyonlara çok sık rastlanır.

- Morötesi ışık (iyonlaştırıcı radyasyon); genetik materyal hassastır. Yüksek enerjili UV-B fotonuna maruz kalan DNA'da timin dimerleri oluşur. Yani yanyana bulunan iki timin nükleotidi bağ oluştururlar. Bu bağ yüzünden kopyalama enzimleri beklenildiği gibi çalışamaz. Güneşten bol miktarda UV radyasyonu alıyoruz. Bu radyasyon canlıları etkiyor ve DNA'da mutasyonlara yol açıyor.

- Kimyasal mutajenler; hücre içinde doğal olarak üretilen ya da dışarıdan alınan pek çok kimyasal genetik bilgide değişikliğe yol açarlar. Kimyasal mutajenlerin çok fazla çeşidi vardır. Bunlardan bazıları kimyasal karakter olarak nükleotidlere benzer ve nükleotidlerin yerine geçip genetik bilgiyi bozarlar. Bazıları doğrudan genetik maddenin yapısına saldırarak dizilimi bozarlar.

- Virüsler: Virüsler kendi genetik bilgilerini konuk canlının genetik materyali içine sokabilirler.


Canlılarda mutasyonlar kaçınılmazdır. Genetik materyal etkilere her an açıktır ve kopyamama ve tamir sistemleri %100 doğrulukta çalışmaz.

Mutasyonların çeşitleri vardır. Şimdilik sadece iki tanesini ele alalım ve sonuçlarını değerlendirelim.

Nokta Mutasyonlar
Trans etkiye sahip bir gen üzerinde, kodlayan kısımda bir nokta mutasyonu düşünelim (Trans etkiden kasıt bu genden protein kodlandığıdır).

Eğer bir nükleotid değişirse bu o genden kopyalalan proteininin bir amino asidinin değişecebileceği anlamına gelir. Bazen nükleotid değişse de aynı amino asidi kodlar şekilde değişebilir bu yüzden bu genden üretilen protein aynı kalır.

Biz proteindeki amino asit dizilimini değiştiren bir mutasyondan bahsedelim. Bu durumda o protein için bir kaç olasılık söz konusudur.

a) Protein gerektiği şekliyle katlanıp 3 boyutlu şeklini alamaz. Görevini yapacak şekle gelemez. Bu protein canlı için birinci derecede önemli bir protein ise canlı yaşayamaz. Ancak bazı proteinler ikinci derecede önem arzeder. Bu durumda canlı yaşar, fakat örneğin bir besini sindiremez.

b ) Proteindeki değişiklik o proteinin işlerliğini biraz düşürebilir. Örneğin bu protein bir enzimse substratına biraz daha zor bağlanır ama yavaş da olsa işini yapar.

c) Proteindeki değişiklik proteini daha aktif hale getirebilir. Proteinler kimyasal makineler ve yapı birimleridir. Hiç bir protein %100 verimle çalışmaz. Eğer bir mutasyon örneğin bir enzimin substratına bağlanma noktasında bir değişikliğe neden oluyorsa ve oluşan yeni yapı substrata bağlanma konusunda daha aktif ise protein daha ileri bir işlerlik kazanır.

Halk arasında yanlış bilinen bir konu biyolojik sistemlerin %100 verimle çalışan en ideal sistemler olduklarıdır. Durum böyle değildir. Örneğin enzimlerin daha iyi versiyonları olabilir. Zaten canlılardaki enzim çeşitlerine bakarsanız geniş bir yelpaze görürsünüz. Aynı tür içinde, aynı görevi üstlenen enzimlerin çeşitleri vardır. Bazıları daha yavaş çalışır, bazıları daha beceriklidir. Enzim aktivitesi açısından durum değerlendirildiğinde daha iyi enzimler olabileceği görülür.

Cis etkili böylelerdeki mutasyonlar
Mutasyonlar sadece bir proteinin etkinliğini değil bir genin vurgulanmasını da etkilerler. Bir genin vurgulanması ne sıklıkta, ne oranda o genden okuma yapıldığıdır. Bir genin ürünü hücrede artması hücrenin aktivitesinin tamamen değiştirebilir. Bu yüzden sadece trans bölgelerde değil cis bölgelerde oluşan mutasyonlar da önemlidir.

Gen dublikasyonu
Mutasyonlara ikinci örnek gen dublikasyonudur. Bazen kopyalama sırasında bir genin iki kopyası çıkartılır. Yani gen iki defa yazılır. Bu iki kopya başta iki katı ürün demektir. Yani o genin kodladığı protein hücre içinde iki katı kadar olabilir. Evrimsel süreç içinde bu iki kopyadan birinde oluşacak değişiklik o genin farklı bir yola girmesine neden olur. Örneğin alkollere bağlanabilen bir enzimi kodlayan bir gen çok küçük bir değişiklikle aldehitlere bağlanır hale gelebilir.

3) Doğal seçim
Doğal seçim moleküler düzeyde başlar. Mutasyon maddesinde anlatmaya çalıştığım proteinlerin başarısı konusu doğal seçimin moleküler düzeyine bir örnektir.

Kendisinden beklenilen fonksiyonu yerine getiremeyen protein canlıyı olumsuz etkiler. Oysaki diğer bireylerden daha başarılı bir proteine sahip olan birey öne çıkar, daha başarılı olur.

Tabi protein bir tane değil, binlerce proteinin ve bunların oluşturduğu mekanizmaların toplam başarısı bireyin başarısı demektir.

Protienlerin sadece enzimatik fonksiyonlarını düşünmeyin, proteinler örneğin reseptör görevi de yaparlar. Reseptör spesifik bir kimyasal bağlandığında sinyal üretip bazı sistemleri harekete geçiren moleküllerdir. Haberleşme sisteminin bel kemiği reseptörlerdir. Bir reseptörde oluşacak değişim, reseptörü daha duyarlı hale getirebilir, zira ilgili kimyasal (örneğin; hormon, nörotransmitter, parakrin faktör vs.) reseptöre çok daha kolay ve hızlı bağlanır. O kimyasalın düşük konstantrasyonlarına bile tepki oluşur. Eğer reseptör fonksiyonunu azaltacak bir değişime uğramışsa bu kez aynı uyarıyı yaratabilmek için aynı kimyasalın daha yüksek konstanrasyonuna gerek duyulur. Tüm bunlar organizmanın tamamında çok büyük değişikliklerdir. Tek bir nokta mutasyonu organizmanın başarısını büyük oranda etkileyebilir.

Kısaca, doğal seçim; bir sistemin başarılı olup olamadığıdır.

Doğal seçim çevresel faktörlere bağlıdır. Seçici özellikler çevre koşullarına göre değişebilir.

Tohumlarla beslenen bir canlı için geniş öğütücü yüzeye sahip azı dişleri faydalıdır. Yırtıcılar için kesici ve delici ön dişler faydalıdır. Aynı tür içinde soğuk bölgelerde yaşayanlar için daha büyük bir beden, sıcak bölgelerde yaşayanlar için daha küçük bir beden faydalıdır.

Tüm bunları belirleyen fiziksel olgulardır. Mutasyonların rastlantısal doğasını eleyen etken doğal seçimdir.

4) Popülasyon boyutunu (nüfusunu) kısıtlayan etkenler
Bir popülasyonun dar bir alanda, kısıtlı besin ile kapalı kalması rekabeti arttırırır bu da doğal seçimin şiddetini arttırır.

5) Genetik sürüklenme
Genetik sürüklenme gen havuzunda tamamen şansa bağlı olarak gerçekleşen allel frekansı değişimleridir.

Bir orman yangınında bir böcek türü popülasyonunun yarısının öldüğünü düşünelim. Ölen böceklerin genleri gen havuzundan anında çıkacaktır.Böylece kalan alleller için yeni bir sıklık durumu oluşacaktır.

6) Gen akışı
Gen akışı bir popülasyona, diğer bir bölgede yaşayan aynı türün diğer bir popülasyonun bireylerinin katılmasıdır. Böylece popülasyona yeni alleller kazandırılacak ve allel frekansları değişecektir. Gen akışı özetle göç almak olarak tanımlanabilir.

---

Evrimin temel mekanizmalarını 6 madde halinde saydık. Şimdi bu 6 maddenin bir popülasyonu nasıl etkilediğine bir örnekle göz atalım.

Bir adada yaşayan bir kuş türü popülasyonunu düşünün. Bu kuşlar geniş bir ormanlık arazi içine yayılmış halde yaşıyorlar. Temel besinleri tohumlar, böcekler ve kurtçuklar.

- Bu kuş popülasyonunun dişileri çiftleşme döneminde rekabet içine giren erkekler arasından en iri ve güçlü olanları seçiyorlar.

Bu birinci maddeye örnektir, rastlantısal olmayan eş seçimdir. Bu durumun üç net sonucu vardır.
Birincisi; genel olarak popülasyonun daha güçlü ve iri bireylere eğilimini doğururur. Zaman içinde, nesiller boyu daima en güçlü ve iri olanların genleri aktarılır. Allel frekansları bu yöne kayar.

İkincisi; iriliğili ve güçlülüğü önemli olan erkekler olduğu için seksüel dimorfizm artar. Yani türün erkek ve dişi bireyleri arasında fark oluşur. Nesilden nesile erkekler daha da irileşir.

Üçüncüsü; artan birey boyutu bireyin besin gereksinimini arttıracağı için o alanda barınıp beslenebilecek birey sayısı azalır. Zira besin daha büyük porsiyonlar arasında paylaşılacaktır. Tabi bu tür içi rekabeti de arttırır. Tür içi rekabetin artması doğal seçimin daha çetin olması demektir.

- Bu kuşlardan birinde yağ asitlerinin oksidasyonu ile ilgili bir enzimde bir mutasyon oluşur. Bu kuş daha az miktarda tohumdan daha fazla ve daha hızlı enerji alır hale gelir. Bu durum birey için avantajdır. Bu birey rakiplerine göre daha çabuk gelişir, daha enerjik olur, çiftleşme şansı artar.

Başlangıçta bu mutasyonu taşıyan tek bir birey varken nesiller boyu bu avantajı taşıyan bu bireyin soyu daima avantajlı olur ve bu genin frekansı artar.

- Bu kuşların bir adada yaşadıklarını söylemiştim. Adanın kaynakları kısıtlıdır, bu yüzden belli sayıda bireyi besleyebilir. Bu kuşlar hem kendi türleriyle hem diğer türlerle amansız bir rekabet içinde olacaklardır. Popülasyon boyutu sınırsız şekilde büyüyemez. Birey sayısı aşırı artamaz.

- Diyelim ki adadaki ormanda bir yangın çıktı. Bu yangında kuşların bir kısmı hiçbir özelliğine bakılmaksızın öldü. Bu durumda gen havuzunda tamamen rastlantıya bağlı bir değişiklik oldu. Bu değişikli popülasyonun geleceğini etkileyecektir, zira allel frekanslarındaki değişiklik gelecekteki bireyleri etkileyecektir.

- Son olarak bir fırtınada rüzgara tutulup başka bir adadan bu adaya gelen kuşlar olduğunu düşünelim. Aynı tür oldukları için adadaki kuşlarla çiftleşme şansları vardır. Ancak farklı bir popülasyondan, farklı bir gen havuzundan geldikleri için allel frekanslarını bir anda değiştireceklerdir.

---

Tüm bu anlattıkların doğada ve laboratuvarlarda defalarca gözlemlenmiş, matematiksel modellerini bile çıkartabildiğimiz olaylardır. Bu altı maddenin en az iki üç tanesi her an her popülasyonu etkisi altında tutar. Yani eş seçimi rastgele olabilir ama mutasyonlar ve doğal seçimden muaf bir canlı yoktur. Evrimden muaf bir canlı yoktur.

Saygılar, sevgiler
Bilgehan